;
Politika

WWF: Akdeniz’in En Az Üçte Biri Etkin Şekilde Korunmalı

Küçük ölçekli orkinos avcılığı, Tarifa, İspanya. © Jorge Bartolome WWF

Dünya Doğayı Koruma Vakfı WWF’in yeni raporu,  biyolojik çeşitliliği ve balıkçılığı kurtarmak için Akdeniz’in en az % 30’unun korunması gerektiğini vurguluyor. Rapor, Akdeniz’in neden ve nerelerde korunması gerektiğini ortaya koyuyor.

Denizle ilişkili faaliyetlerden yılda 450 milyar dolarlık değer yaratan Akdeniz, ekonomik açıdan dünyanın en önemli denizlerinden biri. Akdeniz’in % 30’u etkin bir şekilde korunursa, Akdeniz balık stokları – Berlam ve Orfoz gibi ticari açıdan değerli türler dâhil – güçlü bir şekilde iyileşebilir.

Bugün Akdeniz’in sadece %9,68’i Korunan Alan ilan edilmiş durumda; bu alanların da sadece %1,27’lik bir bölümü yönetim planları ile gerçekten etkin bir şekilde korunuyor.

“30 x 30: Akdeniz’de biyolojik çeşitliliği ve balık stoklarını yeniden canlandırmak” başlıklı rapor %30 koruma hedefinin Akdeniz’deki biyolojik çeşitliliği ve balık stoklarını nasıl değiştireceğini inceleyen ilk bilimsel çalışma. WWF Akdeniz Girişimi (MMI), bu çalışma kapsamında, 2030’a kadar %30 hedefine ulaşmak için bir dizi mekânsal koruma senaryosu geliştirmek üzere Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi (CNRS), Ecopath Uluslararası Girişimi (EII) ve Deniz Bilimi Enstitüsü (ICM-CSIC) ile işbirliği yaptı.

İncelenen senaryolarda 2030’a kadar %30’luk hedefe ulaşmak için korunması gereken aday bölgeler belirlendi. Senaryolar ayrıca sürdürülebilir olmayan endüstriyel balıkçılık ve diğer zararlı faaliyetlerin bu bölgelerden çıkarılması ile deniz ekosistemlerindeki azalma eğiliminin nasıl tersine çevrilebileceğini de gösterdi. Rapora göre, Akdeniz’de koruma açısından en faydalı sonuçları doğurması beklenen yerler; Alboran Denizi, Kuzeybatı Akdeniz, Sicilya Kanalı, Adriyatik Denizi, Helen Yayı, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz.

Analiz sürdürülebilir olmayan balıkçılık ve diğer endüstriyel faaliyetlerde ısrarcı olunması durumunda Akdeniz’de önümüzdeki yıllarda balık stoklarının azalmaya devam edeceğini ortaya koyuyor. Öte yandan rapor, belirli bölgelerde Akdeniz’in %30’unu kapsayan etkin koruma tedbirlerinin alınması ve havzanın geri kalanının da sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi durumunda balık stoklarının artacağını, denizel ekosistemin belirgin bir şekilde iyileşerek yaşamları denize bağlı milyonlarca insanın yararına olacağını bilimsel olarak ortaya koyuyor. Bu senaryoda izmaritgillerde olası av miktarının %4 ila 20, büyük dip balıklarında ise av miktarının %5’e kadar artacağı tahmin ediliyor.

Nispeten daha fazla bilimsel verinin olduğu Batı Akdeniz’de köpekbalıkları gibi avcı türlerde % 45, orfoz gibi ticari türlerde %50; ticari açıdan en değerli türlerinden mavi yüzgeçli orkinoslarda ise  % 140 biyokütle artışı olacağı öngörülüyor.

Raporu değerlendiren WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem şu görüşlere yer verdi: “Önemli balık stoklarını geri kazanmanın ve denizlerimiz için ciddi tehdit oluşturan tür ve habitat kayıplarını durdurmanın en etkili yolu Akdeniz’in önemli bölgelerini korumaktan geçiyor. Bu gerçek bilimsel kanıtlarıyla ortada. Söz konusu alanlar, balıkçılık sektörünü sürdürülebilir kılmak, COVID19 salgınından derin yaralar alan yerel ekonomileri güçlendirmek ve küresel iklim krizinden etkilenen bölgelerin başında gelen Akdeniz’in direncini artırmak açısından muazzam bir potansiyele sahip. Tüm bölge ülkeleri, bu coğrafyada yaşayan yaklaşık 500 milyon insanın geleceği için önümüzdeki 10 yıl boyunca, Akdeniz’i ekolojik ve ekonomik gündemlerinin odağına almalı.”

Birleşmiş Milletler Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi kapsamında bu yıl düzenlenecek 15. Taraflar Konferansı ile dünya genelindeki doğa kayıplarını tersine çevirmek için 2030 hedefli yeni bir küresel çerçevenin belirlenmesi bekleniyor. Halen 50’yi aşkın ülke, 2030 yılına kadar gezegenin %30’unun korunması fikrini destekliyor ve bu yönde çağrıda bulunuyor. WWF de, tüm bölge ülkelerini, Akdeniz’in daha iyi korunması için 2030 yolunda daha güçlü ve iddialı hedefler ortaya koymaya ve bunları hayata geçirecek bölgesel ve ulusal eylem planlarını geliştirmeye çağırıyor.

Türkiyede Deniz Kıyı Koruma Alanları

Türkiye, genel olarak 1988’den itibaren, Akdeniz ve Ege kıyıları boyunca deniz koruma alanı ilan etmeye başladı. Bugün Türkiye’de farklı statülerde (özel çevre koruma bölgesi, milli park, tabiat parkı, vb) koruma altında olan ve farklı bakanlıklarca yönetilen yaklaşık 32 deniz ve kıyı koruma alanı bulunuyor. Bunun yanında Tabiat Varlıkları Koruma Genel Müdürlüğü’nce yönetilen toplam 18 Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇKB)”nin 12’si, yaklaşık 17.575,79 km² deniz ve kıyı alanını kapsıyor. Halen Türkiye karasularının yaklaşık %4’ü yasal koruma alanı statüsüne sahip.

Son yıllarda Türkiye’de, denizel biyolojik çeşitliliği korumak amacıyla bir ulusal deniz-kıyı koruma alanları ağı geliştirme konusundaki çabalara karşın, bu alanların sayısı ve toplam büyüklüğü, uluslararası sözleşmelerle belirlenen nicel hedeflerden ve ülkemizin ekolojik çeşitliliğini bütünüyle temsil etmekten uzak. Örneğin, mevcut deniz koruma alanlarımızın neredeyse tamamı Ege ve Akdeniz kıyılarında; Karadeniz ve Marmara’da bulunmuyor. Mevcut deniz koruma alanlarımızdan yalnızca birkaçı bir yönetim ve izleme planına sahip; birçoğu etkin koruma ve yönetim için gerekli yerel idari yönetim biriminden ve yerel paydaş katılımından yoksun. 2014 yılında hazırlanan Deniz ve Kıyı Koruma Alanları Ulusal Stratejisi halen onaylanmamış durumda. Bu bağlamda, WWF-Türkiye’ye göre;

  • Ülkemizdeki Deniz Koruma Alanlarının yüzölçümü Doğu Akdeniz kıyılarından başlayarak Karadeniz kıyılarını ve Marmara’yı da içine alacak şekilde, 2030 yılına kadar en az % 30’a yükseltilmeli ve tüm alanların etkin yönetimi ve korunması için gerekli şartlar sağlanmalıdır.
  • 2014 yılında hazırlanan Ulusal Deniz ve Kıyı Koruma Alanları Ulusal Stratejisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanarak bir an önce hayata geçirmeye başlanmalıdır.
  • Daha etkin koruma ve yönetim (planların uygulanması, izleme, denetleme, koruma) için ilgili kurumların yapısı ve yerel birimleri güçlendirilerek STK’lar, uzmanlar ve yerel paydaşların katılımına olanak sağlayacak ortak yönetim mekanizmaları geliştirilmelidir.