;
Diğer

“Yoksullaşma Biçimleri Kadınların Sırtına Biniyor”-2

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nesrin Algan tarım arazilerinin termik santrallara tahsis edilmesinin neoliberal politikaların alışkın olduğumuz en vahşi ve yıkıcı uygulaması olduğunu belirtiyor.  

YAZI: Gülce DEMİRER

Örneğin mevsimlik tarım işçileri İş Kanunu’nda ve pek çok farklı alanda olduğu gibi ne yazık ki iklim değişikliğine uyum alanında da görünmez durumdalar. Uyum çalışmalarında dezavantajlı gruplar içerisinde olan kadınlara yeterince yer veriliyor mu?

Belki bazılarında çok sembolik olarak bunu görebilirsiniz. Çoğu uluslararası finansmanla yapıldığı ve bu fonu sağlayan ilgili uluslararası kuruluşun kriterlerinde de olduğu için klasik rapor yazma tekniği çerçevesinde bulunabilir. AB’nin terminolojisi ve öngörülerinden uzak kalmamak veya Dünya Bankası’nın söylemlerine uygun rapor çıkarmak gibi nedenlerden kaynaklı birkaç cümle olabilir. Ancak benim söylemek istediğim o değil. Çok somut eylemler gerekiyor. Milli veya yerel bütçeden önümüzdeki 10 yıl içerisinde örneğin “Birinci yıl, şu faaliyet şu kadar bütçeyle toplumsal cinsiyete yönelik şu sağlanacak” gibi bir takvim ve çalışma tablosu oluşturulmalı.

Zaten bu tür yerel eylem planlarına bakınca hepsinin birbirini tekrarladığını görüyorsunuz. Aynı konuda birden çok aynı muhataplara yönelik çalışma var. İklim krizi konusunda Türkiye AB fonlarından en fazla yararlanan ülke. Eğitim programları ve rapor hazırlama gibi işlerle kullanılıyor fonlar. O kadar çok tekrar var ki yerel yönetimlere, STK’lara, kadın örgütlerine yönelik eğitim programlarını sürekli görebiliyorsunuz. Uzmanların da hemen hemen hepsi aynı insanlar. Bakıyorsunuz aynı gruplar, aynı muhataplara, aynı söylemle, aynı şeyleri anlatıyorlar. Konunun içi boşalıyor ve anlamsızlaşmaya başlıyor. Çünkü somut hedef yok. Tarımda çalışan kayıt dışı kadın işçileri yönelik bir önlem alınsın, o da yok. Türkiye’de iklim krizi nedeniyle veya iklim krizine uyum uygulamaları nedeniyle işini kaybeden veya kaybedecek olan işçilere yönelik bütçelendirilmiş ve somut hedefleri saptanmış bir adil geçil planlaması da yok.

Kömürle ilgili somut bir hedef olmadığı gibi, üzerine tarım alanları termik santrallara tahsis edildiğini görüyoruz. Bu da en tehlikeli tercihlerden biri sanırım…

O da var tabii. Türkiye uzun yıllar gelişmiş ülkelerle aynı sorumluluğa sahip olmadığını, üstelik daha korunmuş yutak alanları olduğunu söyledi. Bakıyorsunuz muazzam yangınlarla ormanlarını kaybetmiş bir ülkesiniz. Buna paralel olarak ormanları madene, taş ocağına, nükleere ya da termik santrala, yollara ve turizme tahsis etmekte hiç geri adım atmıyor. Uyumda kömürden çıkma takviminin yanı sıra mevcut biyoçeşitliliğinizi, orman varlığınızı, sulak alanlarınızı birer yutak alanı olarak nasıl koruyup geliştireceğinize dair de hedeflerinizin olması lazım.

Bütün acil durum planlarında kısa, orta ve uzun vadeli hedefleriniz olur. Türkiye gibi bu yaz büyük orman yangınları yaşamış ülkelerin ilk yapması gereken belli bir süre ormanların tahsisini derhal durdurmaktır. Örneğin müsilajdaki acil eylem planında bir süreliğine en vahim deşarjların durdurulması gerekirdi ancak yapılmadı. Bilinmeyen tedbirler de değil bunlar. Dünyada örnekleri görüyoruz. Türkiye’de bir akıl tutulması var diyeceğim ama önce böyle bir aklın oluşması gerekiyor. Onun için daha siyasi irademiz yok diyorum. Yüzeysel ve görünür bir takım uygulamaları sanki iklim politikasının ya da deniz çevresi politikasının en somut araçlarıymış gibi algılatma çalışması yapılıyor ki çok tehlikeli.

Termik santral bölgelerinde yaşayan insanların ellerindeki topraklar çok ufak miktarlar karşılığında alınıyor. O insanlar da hizmet sektöründe asgari ücretle çalışmak zorunda kalıyor. Bu insanların kayıp ve zararlarını kim tazmin edecek?

Normalde o kayıplara yol açmamak gerekir. Brezilya’daki yönetim de aynısını yapıyor. Yağmur ormanlarındaki kadim yerel toplulukların toprakları bu şekilde ellerinde alınıyor. Neoliberal politikaların çok alışkın olduğumuz çok vahşi ve en yıkıcı uygulaması. 90’ların ortasından beri kullanılan bir kavram var: Yoksulluğun kadınlaşması. Özellikle de kayıt dışı ve ücretsiz aile işçisi gibi çalışan kadınların sırtına biniyor bu yoksullaşma biçimleri. Öngörülen ve planlanan bir tazmin etme politikası da yok. Karşılanmayacak da. Normalde devletin buna yol açmaması gerekir. Ancak böyle bir sonuç ortaya çıktığında bunu tazmin etmesi gereken devlettir. Maalesef öyle bir şey yok. Yıllar önce Gökova’ya termik santral yapılacağı zaman oradaki nüfusun Gökçeada’ya taşınmasını sağlamak gibi kamu yönetiminde bir tartışma başlamıştı. Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı tarafından bunun zorunlu iç göç anlamına geleceği, anti demokratik olduğu ve böyle bir şeye izin verilemeyeceği söylenmişti. Gerçi o görüşten sonra müsteşar görevden alınmış, Müsteşarlık ise Genel Müdürlüğe çevrilmişti. En azından kamudan çalışan bürokratlar ve teknokratlar bu öngörüleri ve uyarıları yapmakla yükümlü olduklarının bilincindeydi. Şimdi dikkate alındığını bile düşünmüyorum. Hazırlanan mevzuatlara ya da yürürlüğe konan yasalar bakın, toprağınızı, su kaynağınızı, ormanınızı kullanma değil, neredeyse evinize gitmek için o güzergahtan geçme hakkınız bile yok.

Biz yıllar boyu uluslararası bütün kuruluşlara da aynı raporları verdik. Türkiye’de yargı çevrenin korunmasında çok sıkı ve uygun bir denetim mekanizmasıydı. Şimdi bu konuda yargının da geri gittiğini görüyoruz. Mevzuatta hâlâ çok güçlü düzenlemeler var ancak yargı kararlarıyla kendisi hukuku ihlal ediyor.