;
Ekonomi Politika

Yeşil Yeni Dünya: Avrupa Yeşil Düzeni’nin Türkiye Ekonomisine Olası Etkileri ve Türkiye’nin Yeşil Dönüşümü Yolu

YAZI: Dilan KARACAN

AB Komisyonu 2050 yılına kadar karbon nötr bir düzen yaratmakta ısrarcı. Bu doğrultuda detaylı ve tutarlı bir şekilde hazırlanan Avrupa Yeşil Düzeni (AYD) planı özellikle ekonomik boyutuyla oldukça ilgi çekeceğe benziyor. Bilindiği üzere Paris Anlaşması ile dikkatler iklim değişikliği üzerine çekilebilmişti ve devletlerden bu doğrultuda somut adımlar atması talep edilmişti. AYD ise iklim değişikliği ile yetinmeyip bütün Avrupa ve dünyaya kötü gidişata dur diyecek geniş yelpazeli bir ekolojik yaşam sistemi sunuyor. Bu, biyolojik çeşitlilikten, atık ve hava kirliliğine kadar tüm çevre konularını önceleyip, döngüsel bir ekonomik model ile kirliliği azaltacak ve kaynakların verimli kullanımını artıracak eylemler içeren bir yol haritası. Bu bağlamda yeşil bir devrimin kararlı büyük bir adımı diyebiliriz.

AYD’nin başlıca hedefleri:

  • 2050’de AB’nin iklim-nötr olması hedefiyle seragazı emisyonlarının belirli bir program dahilinde azaltılması
  • Temiz, erişilebilir, güvenilir enerji sağlama
  • Sıfır kirlilik
  • Ekosistemleri ve biyoçeşitliliği koruma
  • “Tarladan sofraya” stratejisi ile adil, sağlıklı ve çevreyle dost bir gıda sistemi
  • Sürdürülebilir ve akıllı ulaştırma
  • Enerji ve kaynak kullanımı bakımından etkin yapılaşma
  • Temiz ve döngüsel bir ekonomi için sanayiyi harekete geçirme
  • “Kimseyi arkada bırakmama” stratejisi ile bu dönüşümden en fazla etkilenecekleri destekleme için bir dönüşüm programı ve bu dönüşümü gerçekleştirmenin finansmanı sağlama

İşin ekonomik tarafı oldukça önem arz ediyor. AYD aslında AB’ye ekonomik büyüme vadediyor ve bunu hem sürdürülebilir hem de doğal kaynak kullanımından bağımsız şekilde gerçekleştirmek istiyor. Bu amaç doğrultusunda yaşanacak dönüşümleri daha olası kılabilmek için de bütün detaylar belirtilmiş durumda. Adil geçiş fonu, yeşil liste, karbon sınır düzenleme mekanizması ve serbest ticaretteki revizyonlar gibi birçok alanda teşvik ve yaptırım söz konusu.

Peki henüz Paris Anlaşması’nda bile taraf olmayan Türkiye için AYD gibi yaptırımlı bir planın olası ekonomik etkileri nasıl olacak? Ticaret nasıl etkilenebilir? En çok hangi sektörler etkilenecek? AYD’nin hangi tarafları ülke ekonomisini daha çok ilgilendiriyor? gibi birçok soruyu iktisatçı Doç. Dr. Sevil Acar ile masaya yatırdık. Ayrıca yeşil dönüşüm yolunda toplumca, hükümetçe ve siyaseten nerede olduğumuzu, olmamız gerektiğini İstanbul Politikalar Merkezi Kıdemli Uzmanı ve İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin ile konuştuk.

Doç Dr. Acar, AYD ile sunulan sürdürülebilir ve döngüsel ekonomi/sanayi sistemlerinin Türkiye için risk ve fırsatlar yaratabileceğine değiniyor: “AYD’nin temel bileşenlerinin merkezinde AB ekonomisini sürdürülebilir bir gelecek için dönüştürme amacı yatıyor. Bununla paralel olarak AYD, 2050’de iklim-nötr olma hedefiyle uyumlu bir şekilde temiz ve döngüsel bir ekonomi için sanayiyi harekete geçirme planını 2020-2021 döneminde düzenleyecek. AYD’nin ilanı ile birlikte Türkiye’yi önümüzdeki dönemde birtakım risk ve fırsatlar bekliyor. Bunlardan biri, döngüsel ekonomi (circular economy) regülasyonları çerçevesinde özellikle beyaz-eşya, otomotiv, makine sanayii gibi endüstrilerde ürün standartlarını güncelleme gereğinin ortaya çıkacak olması.

Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (Border carbon adjustment)

AYD’de ülke ekonomisini en hızlı şekilde sınırda karbon düzenlemesinin etkileyeceğini belirten Acar, bu durumdan en çok etkilenecek sektörlere ve hazırladıkların TÜSİAD raporunun (Yeldan, Aşıcı, Acar, 2020) sonuçlarına değiniyor: AYD ve Türkiye ekonomisi bağlamında devreye girmesi kısa vadede en hızlı olacak konu ise ‘Sınırda karbon düzenleme mekanizması’dır. Böyle bir düzen 2021’den itibaren devreye girerse TÜSİAD için hazırlamış olduğumuz raporda da incelediğimiz üzere Türkiye’nin ihracatçı sektörleri üzerinden bir değerlendirme yapılabilir. Raporda iki farklı vergi senaryosu altında bizim AB odaklı ihracat sektörleri ve karbon yoğun sektörlerimizin nasıl etkileneceğine değindik. Kısaca onlardan bahsedebilirim. AB’ye ihracat yapan sektörlerden özellikle çimento, demir-çelik, makine, otomotiv, tekstil gibi sektörler hangi emisyonların kapsam içine alınacağına göre değişmekle birlikte bu yeni sistemden en çok etkileneceklerde başı çekiyorlar. AB’ye sınırda karbon düzenleme mekanizması altında sınırda vergi ödemeye başladığımızı varsayalım. İlk senaryoda ton başına 30 euro gibi bir miktarın, ikinci senaryoda ise 50 euro gibi bir vergi miktarının sektörlerin ihracat gelirlerinde nasıl bir orana, nasıl bir etkiye tekabül edeceğini hesapladık. Örneğin çimento sektörünün AB’ye yaptığı ihracatın içerdiği emisyonlar vergiye tabi tutulursa, sektörün AB’ne yönelik toplam ihracat gelirinden vergi olarak ödenecek payın 30 euro senaryosuna göre 13%’e kadar, 50 euro senaryosuna göre 22%’ye kadar çıkabileceği göze çarpıyor. Diğer sektörler için de AB’ye yaptıkları ihracatın boyutu ve ihracatlarının emisyon yoğunluğuna göre olası vergi tutarları değişkenlik gösteriyor.”

Sınırda karbon uygulaması ile ödenecek vergilerin tahmini boyutuna değinen Acar, ülkece kendi içimizde sektörlerimize aynı karbon sistemini uygulamanın faydacıl sonuçlar yaratacağına inanıyor: “Kendi ülkemizde bir karbon düzenleme mekanizması olmadığı için AB böyle bir sisteme geçtiğinde ihracat gelirlerimizin önemli bir kısmı vergi olarak AB’ye gidecek. Üretimin içerdiği tüm girdilerin ve fabrika bazındaki üretimin yol açtığı emisyonlar vergilendirme kapsamına alınacak olursa hesaplarımıza göre yaklaşık 1.8 milyar euroluk bir vergi miktarı ortaya çıkıyor.Dolayısıyla bizim çözüm olarak önerdiğimiz durum bütün bu vergi giderinin ülke içinde kalması için Türkiye olarak bir karbon fiyatlama mekanizması kurmaktan geçiyor. İster vergi koyalım ister ETS gibi bir karbon ticaret sistemi kuralım ama böylelikle bu fonlar dışarıya akmasın ve kendi içimizde toplayacağımız fonlar ile şirketlerin ve sektörlerin kendilerinde yeşil, karbonsuz dönüşümü başlatmaları için kullanılacak bir ortam oluşturulsun. Bu belirli kıstaslara bağlanabilir. Yeşil dönüşüme girmek için gereken yatırımları yapmak gibi koşullar konulabilir. Ve bunun akabinde biz de emisyonlarımızı resmi INDC’miz ile belirlendiği gibi 2030’a kadar normalde olacağından 21% daha az veya ondan da daha düşük seviyelere getirmeyi düşünebiliriz. Paris Anlaşması’nı onaylayalım ya da onaylamayalım, böyle bir mekanizma kurabiliriz. Tabii Paris’i onaylamak, meclisten geçirmek, bizim uluslararası arenada küresel iklim rejimi çerçevesinde güvenilirliğimizi ve inandırıcılığımızı artıracak ve ek olarak uluslararası finansman imkanlarına (yeşil fonlara) erişimi kolaylaştıracaktır. Böyle bir kolaylıkla beraber, uluslararası iklim eylemine destek verecek şekilde taraf olmak Türkiye için hem makro ekonomik anlamda hem de sektörel anlamda olumlu sonuçlara yol açabilir.”

“Kendi İçimizde Düzenleme Yapmalıyız”

Kendi karbon düzenleme mekanizmamız senaryosundaki milli gelir seviyelerine değinen Acar, yeşil dönüşümün emisyon, enerji verimliliği ve yeşil fonlara ulaşım gibi birçok faktör ile birlikte şekil aldığını belirtiyor: “Sonuç olarak iki aşamalı olarak düşünmek gerekiyor. Bir, AYD bizi nasıl etkiler, özellikle de sınırda karbon düzenleme mekanizması işler hale gelirse? İki, bu etkileri kendi lehimize çevirebilmek için biz içeride ne yapabiliriz? Böyle bir karbon fiyatlama mekanizmasını içeride kurarsak ne olur? İkinci senaryodaki milli gelirimizin 2030’da geleceği noktanın ilk senaryodaki milli gelire göre daha yüksek olacağını görüyoruz. Yani kendi içimizde düzenleme yaparsak hiçbir şey yapmayıp AB’nin vergilerine maruz kaldığımız senaryoya kıyasla çok daha yüksek bir milli gelir seviyesine ulaşabiliriz. Örneğin emisyonlar için 50 euro/ton vergilik senaryo baz alındığında, ülke içinde emisyonları azaltan bir karbon fiyatlama tasarımı ile 2030’da 7% daha yüksek bir milli gelire sahip olabiliriz. Hem de sektörlerimiz karbon permi gelirleri ile toplanan fonlara erişerek kendilerini dönüştürme fırsatı yakalayabilirler. Sektörlerin normalde uğrayacağı ihracat kayıpları da oluşmamış olur. Tam tersine bazı sektörlerde hem ihracatta ve katma değerde hem de istihdamda artış meydana gelir. Dolayısıyla buradan kazançlı çıkan sektörler de olabilir. Söz konusu alternatif dönüşüm senaryosu, emisyon azaltımına, yeşil dönüşüm odaklı enerji verimliliği kazanımlarına ve uluslararası yeşil finansmana daha kolay erişimin sağlanacağı yatırım fonlarına dayanıyor. Bu genel kurguya ek olarak karar vericilerin ve politika yapıcıların gündeme alabileceği ek tedbirler sektörlerin istihdam, ihracat, ileri-geri bağlantı, karbon-yoğunluğu gibi özellikleri dikkate alınarak tasarlanabilir. Hazırladığımız rapor doğrultusunda böyle sonuçlar ortaya çıkıyor.”

“Yeşil Düzen Yeni bir Model Öngörüyor”

AYD gibi bir sistemin varoluş sürecindeki önemli faktörlere değinen Ümit Şahin ise, iklim krizinin sanıldığından daha hızlı bir yeşil dönüşüm süreci başlattığını belirtiyor: Avrupa’nın yeşil düzeni her ne kadar iktisat politikalarıyla ve siyasetçilerle bürokratların yaptıkları pazarlıklarla ilgili olarak ortaya çıkmış bir dizi teknik ve mali planlama meselesi gibi görünse de aslında tabanda geliştirilmiş, uzun yıllar boyunca her boyutta kampanyası yapılmış, dolayısıyla yeşil siyasi mücadelenin bir kazanımı olarak ortaya çıkmıştır. Yeşil düzen politikalarının Avrupa siyasetinin muhafazakâr, liberal ve sosyalist ana akım aktörleri tarafından kolay benimsendiği, çok isteyerek kabul edildiği düşünülmesin. Yeşil düzen, alışıldık iş modelleriyle, alışıldık gelişme anlayışıyla tam olarak örtüşmez, daha doğrusu ana akım hâline gelmesi gerektiği düşünülen yeni bir model öngörür. Bu yeni modelin de var olan yapıyı fazla sarsmaması, radikal değişikliklere uğratmaması, genel kabullere aykırı olmaması gerekir. Ancak yine de iklim krizinin yarattığı acil durum umulandan daha hızlı ve radikal bir dönüşümü gündeme getirmiş, ana akım siyasetçi ve teknokratlar da bunu kısmen benimsemişlerdir.”

Türkiye’nin neredeyse bütün unsurları ile birlikte yeşil dönüşüme yalnızca ekonomik etki tarafından baktığını ve hatta tehdit olarak algılayıp savunmada konumlandığını belirten Şahin, zihniyet yapısında bu hususta daha büyük bir farkındalık yaratılması gerektiğine inanıyor:  “Demek ki ekonomide yeşil düzenin kabulü üç ön şart gerektirir: 1- Tabandan yeşil, iklim krizine acil çözüm isteyen ve sadece itiraz etmeyen, alternatif de öneren bir sivil baskı, 2- Bu baskıyı siyasete tercüme edecek yapılar, en önemlisi yeşil siyasi partiler, 3- Bu sivil ve siyasi baskının “tehdit” ettiği, ancak sistemin ana unsurlarını korumak için de olsa değişime açık, esnek ve ilerici bir bürokrasi, teknokrasi ve siyaset alanı. Türkiye bu ön şartlardan sadece birincisine, o da kısmen sahip olduğu için yeşil düzen politikalarının Türkiye’de henüz konuşulamadığını görüyoruz. Bu nedenle Türkiye’nin ekonomide yeşil düzen politikalarıyla ilişkisi ‘bu bizi nasıl etkiler’ düzeyinde kalıyor. Yani Türkiye şirket yöneticilerinden siyasetçilere, bürokratlardan akademiye kadar yeşil düzene karşı savunmaya çekilmiş durumda. Bu durum dış politikada AB gibi egemenlik devrini öngören bir siyasi modelin Türkiye’de dışarıdan gelen bir tehdit olarak algılanmasına benzetilebilir. Türkiye’nin yakın tarihinde demokrasi de, siyasi düşünceler de, ekonomik fırsatlar ve teknolojik gelişmeler de dışarıdan gelmiş, devlet ve halk dışarıdan gelen bu hem tehdit edici hem de çekici etkiye karşı uzun süre pozisyon almaya çalışmıştır. Genelde yeşil politikalar ve özelde ekonomide yeşil düzen son yıllarda Batı’dan gelen yeni tehdit olarak Türkiye’nin ucuz emeğe, yetersiz sosyal güvenceye, doğa sömürüsüne ve düşük teknolojiye dayalı ekonomik büyüme modelini zorlamaktadır. Dolayısıyla Avrupa’nın yeni yeşil düzeni Türkiye’de öncelikle yerleşik zihniyet yapısı üzerinde etkili olmaktadır.”

“Karar Vericiler İklim Krizini de Ciddi bir Tehdit Olarak Görmüyorlar”

Türkiye’nin çevreci olmayan birçok yapısal sisteminde nelerin değişmesi gerektiğini belirten Şahin, iklim krizi meselesi sahiplenilmedikçe ve yeşil düzenin sadece ticarete olan etkisine bakıldıkça ilerleme kaydedilemeyeceğini söylüyor: “Türkiye’nin Avrupa’nın yeşil düzenini ekonomik ve siyasi gerekçelerle takip etmesi halinde enerjide fosil yakıtlardan uzaklaşması, eski tip (içten yanmalı) otomobil kullanımına dayalı ulaşım sisteminden vazgeçmesi, gıda sistemini tamamen değiştirmesi, atıklarını serbestçe doğaya bırakan sanayi yapısını döngüsel ekonomi yönünde dönüştürmesi, önüne gelen her yere madenler, sanayi tesisleri, enerji santralları kuran bir anlayıştan vazgeçerek doğayı koruması gerekecek. Bunları kolaylaştıracak mali araçlar, başta karbon vergisi olmak üzere, ekonominin ayrılmaz bir parçası olacak. Ancak söylediğim gerekçelerle Türkiye henüz bu tartışmaya başlayabilmiş değil. Karar vericiler iklim krizini de ciddi bir tehdit olarak görmüyorlar ve Türkiye’nin iklim krizini önlemekte önemli bir rolü ve sorumluluğu olduğunu düşünmüyorlar. Bu nedenle yeşil düzen Türkiye’de sadece sınırda karbon düzenlemesi gibi sanayinin doğrudan para kaybetmesine neden olacak lüzumsuz bir tatsızlık olarak algılanıyor ve bu tatsızlıktan ekonomiyi koruyacak tedbirler aramalarına neden oluyor. Eğer bu alanda tek sorun sınırda karbon düzenlemesi olarak görülmeye devam ederse, hükumet ancak istisnalar elde etmeye ya da bu düzenlemeyi geciktirmeye çabalar, şirketler oluşacak zararı başka yollarla karşılamanın yolunu arar, halkın da pek bir şeyden haberi olmaz.”

“Türkiye’de Tabandan Yeşil Ekonomi Talebini Yaratmak..”

Toplumda bu hususta talep yaratmanın önemine değinen Şahin, bu amaç doğrultusunda sivil toplum, akademi ve medya gibi unsurların daha üretken ve aktif olması gerektiğini savunuyor: “Bu nedenle yapılması gereken şey Türkiye’nin Avrupa’nın yeşil düzenine karşı pozisyon alması değil, Türkiye’de de tabandan yeşil ekonomi talebini yaratmaktır. Sivil toplumun tabanda yeşil düzen için ciddi bir baskı oluşmasını sağlaması gerekiyor. Bunun için farkındalık yaratmak aktivistlerin, sivil toplum örgütlerinin ve alternatif medyanın işi. Ayrıca Türkiye’de de yeşil ekonomiye ilişkin somut analizler yapacak, bu konuyu hayati bir mesele olarak gören güçlü bir akademiye, ciddi araştırma kurumlarına ihtiyaç var. Türkiye doğayı yok etmeden, çevreyi kirletmeden, fosil yakıtlardan uzaklaşarak ve sosyal adaleti de geliştirerek ekonomisini nasıl dönüştürür, bunun gösterilmesi gerekiyor.”

“Güçlü bir Yeşiller Partisi’ne ihtiyaç Var”

Şahin, yeşil dönüşüm için siyasi bir parti ayağının ve toplumun bunu talep etmesini sağlamanın önemine vurgu yapıyor: “Nihayet Türkiye’de de ana akım siyasi partiler üzerinde baskı oluşturacak, seçimlerde rakip olacak güçlü bir Yeşiller Partisi’ne ihtiyaç var. İklim krizi ve çevre meseleleri seçimlerin konusu olmadığı sürece siyasetçiler ve bürokratlar değişim baskısı hissetmeyecektir. Sadece kârlarınızın ne kadar düşeceğiyle ilgilenmeniz yeterince hızlı ve kapsamlı bir dönüşümü gerekli görmenize neden olmayabilir. Bütün bunlar yapılmazsa, yani Türkiye’de de yeşil düzen talebi tabandan baskıyla, bilim ve siyaset yoluyla gelişmezse, Türkiye daha yıllarca Kaz Dağları’nı altın madenlerine feda etmeye, yerli kaynak diye linyite yaslanmaya, Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de doğalgaz arayıp ülkeyi iyice fosil yakıt çıkmazına sokmaya, Kanal İstanbul gibi ucube projeler yoluyla ekonomisini inşaatla günübirlik döndürmeye çalışmaya devam eder. Bir süre sonra da sınırda karbon vergisi ödemeye alışırız. Bu nedenle Türkiye’de yeşil hareket acilen ekonomide yeşil düzen alternatifini yaratmalı ve toplumun talep etmesini sağlamalıdır.”