;
Diğer

Kömür Beyliğine Karşı Rençber Kadınlar-1

İklim/çevre krizinin tarım ve tarım emekçileri üstündeki etkisini, termik santrallar ekseninde değerlendirmek amacıyla hazırladığımız “Kömürün Pençesinde Kadın Tarım Emeği” dosyası dahilinde Türkiye’nin üç farklı bölgesindeki köylerde görüşmeler yaptık. Tarih boyunca gıda üretiminin başrolünde kadınların yer aldığı gerçeğini akılda tutarak ziyaret ettiğimiz Muğla-Milas, Çanakkale-Çan ve Bartın-Amasra’da kadınlardan çiftçilerin sorunlarını, çiftçilerden de kadınların sorunlarını dinledik.

YAZI: İ. Burak YALÇINYİĞİT 

Seçmen sıfatı kazanan pek çok gencin, tercihinde iklim ve çevre krizi karşısında takınılan tutumun belirleyici olacağını söylediğini sık duyduğumuz şu günlerde Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın birdenbire Paris Anlaşması’na sahip çıkar bir görüntü vermeye çalışması manidar. Buna karşılık, mevcut olanlara ek olarak, ülkenin farklı bölgelerinde gerçekleştirilmek istenen termik santral projelerinin nasıl açıklanacağı merak konusu.

Fosil yakıt tüketiminin toprakta, havada ve su kaynaklarında sebep olduğu zehirlenme tüm canlıların yaşam hakkıyla yakından ilgili olmakla birlikte, toplumsal kesimler arası eşitsizliklere yaptığı katkıyla da çoktan günlük hayatın bir parçası haline gelmiş durumda. Kömür işletmeciliğinin önemli bir pay sahibi olduğu iklim krizinin farklı bağlamlarda en kötü etkilediği kesimlerin yoksullar olduğunu tahmin etmek zor değil. Ama daha derine inersek, pek çok araştırma bunun yoksul kız çocukları ve kadınlar olduğunu gösteriyor. Böyle olmasının önemli sebeplerinden biri de tarım ve hayvancılıkta yaşanan gözle görülür düşüş. Bu noktada çağlardır toprağın işlenmesinde ve insanlığın beslenmesinde çok büyük bir payın sahibi olan kadın emeği üstüne düşünmek gerekiyor. “Kadınlar halen gezegen genelinde yetiştirilen tarım ürününün %60’ından sorumlu” deyip devam edelim. Buna döneceğiz.

Toprağı Kim İşleyecek?

Bu yüzyıl bitmeden iklim/çevre krizi ile mücadelede başarılı bir noktaya gelinecek olsa bile, tarım üstündeki etkileri şu andan yaşıyoruz ve durum bir süre daha sıkıntılı gidecek. Bunu küresel ve/veya bölgesel ölçekte yaşanan siyasi ve ekonomik krizlerle birlikte düşünürsek, toplumların kileri gelecekte değil, şu an dolu olmalı.

IPM-Sabancı Ünv.-Stiftung Mercator Girişimi’nin 2020 başındaki sunumu 1980’ler Türkiye’si ile bugünü karşılaştırırken, ülkemiz tarım arazilerinin %15’lik kısmını kaybettiğini belirtiyor. Tarımın gayrisafi yurt içi hasıladaki payı %25’ten %7’ye düşmüş ve 1980’de istihdamın %50’sini karşılayan tarım artık %20’yi geçindiriyor.

Tarımda artık kendine yeterli olmaktan uzak olan ülkemiz, yine de doğru politikalar uygulandığında gıda üretimi konusunda yüksek bir potansiyele sahip. Ne var ki yerli üretici, ithal gıda ticareti yapan kesimlerin lehine fiyatlandırmalarla zarar üstüne zarar ediyor. Bu noktada Batı dünyasındaki pek çok yönetimin iş tarıma gelince serbest piyasa politikalarında yan çizdiğini akılda tutmalı. Bundaki amaç söz konusu coğrafyadaki müthiş potansiyeli açığa çıkarıp bir ihracat devi haline gelmek olabileceği gibi; verimsiz, kaynağı kıt bir toprak parçası üstündeki bireyleri dışa bağımlılığa karşı güvence altına olmak da olabilir. Ancak her iki durumda da yönetimlerin tavizsiz uyguladıkları, fakat Türkiye’de pek gözlenmeyen politikalar göze çarpıyor.

Türkiye’de üreticiye devlet tarafından yeterince para yardımı yapılmıyor. Tarımdan sorumlu bakanlık yurt içi ve yurt dışı gıda pazarlarının ihtiyaçlarına göre çiftçiyi yönlendirmiyor; zaten bu ihtiyaçları doğru zamanda, doğru şekilde belirlemiyor. Faaliyetinde belirsiz olmayan tek şey tüccardan göreceği baskı olan yerel üretici, ürününün tarladaki ve raftaki fiyatları arasında 10 kattan fazla fark olmasına seyirci kalıyor.

Çiftçilik bugüne değin en ağır uğraşlardan biri olarak tanımlana geldi ve bu doğru. Dolayısıyla kâr edemeyen çiftçilerin bu işten giderek daha fazla el ayak çekmelerini yadırgamamak gerek. Eski nesil, ailesinden devraldığı bu mesleği götürebildiği yere kadar götürecek olsa bile, aynı yaklaşımı gençlerden beklemek mantıklı mı? Çiftçiliğin kentte icra edilen “sabah 9-akşam 6” bir mesai olmadığını düşünürsek, bunun meslek olmaktan çok öte, kendi akışı olan bir yaşam tarzı olduğunu görmek lazım. Şehir merkezlerindeki sosyal imkanların çok göz önünde olup, çok da ulaşılabilir gözüktüğü bir çağda, tarımda para yok ise, bir çiftçi çocuğu niye şehirliler doysun diye “toprağı beklesin” ki? En azından yüksek öğrenim görmek isteyen bu genç insanların bilgi ve tecrübe aktarımının çok kritik olduğu tarım gibi bir alandan uzak kalarak yetişmeleri, yerel üretimin geleceği konusunda bir soru işareti yaratabilir.

Bunları bir araya getirince Türkiye’de sanki “toprağı işleyen kimse kalmasın” diye işleyen bir “sistem” var. Hem bugünün çiftçilerini, hem de çiftçi çocuklarını (ve belki de kent soylu kesimleri) üretime teşvik etmek konusunda doğru ekim stratejileri eşliğinde verilen hibelerin, küçük üreticilerin bir araya gelmesini kolaylaştıracak politikaların ve toprağın sürdürülebilir şekilde kalitesinin korunmasını amaçlayan tekniklerin yaygınlaşması çok önemli. Çünkü tarıma, çiftçiye öncelik verilmeyen coğrafyaların kaderi, toplum dışı odaklarca yönetilen gıda politikalarına tâbi hale gelmek. Açlık her türlü çatışmanın, sömürü ve istismarın körüklenmesi demek.