;
Politika

“Yerel Yönetimler Olmadan İklim Krizi Mücadelesi Başarısız Olur”

Sürdürülebilirlik için Yerel Yönetimler, ICLEI Küresel Savunma Direktörü Yunus Arıkan, fosil yakıtlara olan sübvansiyonların bir an önce durdurulması gerektiğini ifade ederken, “Ortaya çıkacak trilyonlarca dolarlık profilin sürdürülebilir kalkınma çarpanı en yüksek olan kentsel ve kırsal kalkınmaya aktarılması gerekiyor” diyor.

YAZI: Bulut BAGATIR

Önümüzde epeyce yoğun geçecek bir COP26 gündemi var. İklim eyleminin hızlanması için oldukça önemli olan bu müzakereler özelinde yerel yönetimler nasıl bir yer tutacak?

Kasım ayında Glasgow’da gerçekleşecek müzakerelerin diğerlerinden en büyük farkı, bu konferansla beraber Paris Anlaşması’nın ikinci aşamasının startının verilmesi. Paris Anlaşması yeni açılımlar getiriyor. Bir kere iklim politikaları 1.5 derece ve 2050 itibarıyla karbon nötr hedeflerine yönlendirildi. Özellikle belediyelerin rolüne başlangıç paragraflarında net bir şekilde yer verilmesi de Paris’i diğer iklim sözleşmelerinden ayıran bir taraf. Ancak şöyle bir handikap vardı. Paris Anlaşması kabul edildiğinde bu anlaşmanın ulusal ölçekte nasıl uygulanacağına dair bir görüşme yapılmamıştı. Paris Anlaşması’nın 1. aşaması için geçerli olacağı kabul edilen ilk ulusal planların (NDC) hiçbirisi Paris Anlaşması’nın prensiplerini dikkate almıyordu çünkü bunların hepsi Paris Konferansından önce hazırlanmıştı. Bu nedenle şu anda gündemde olan NDC’lerin hiçbirisi Paris Anlaşması’na uygun değil. Bu nedenle tüm ülkelerin Glasgow’a gelmeden önce, ev ödevlerini yerine getirerek daha yeni iklim planlarını ulusal mekanizmalarını işleterek hazırlamalarını ve COP26 konferansına sunmaları gerektiğini savunuyoruz. Bunu sunarlarken de bu belgelerin Paris Anlaşması’ndaki en belirgin prensiplerden biri olan yerel yönetimlerle işbirliğini de kapsaması gerektiğini söylüyoruz.

Oldukça ilginç deneyimler var. Bizim taleplerimizin tam istediğimiz oranda olmasa bile yanıt bulduğunu söyleyebiliriz.  COP26’dan sonra Paris Anlaşması’nda topyekun ve çok katmanlı bir uygulamanın tüm ülkelerde tartışılmaz bir genel bir kural olması gerektiğini söylüyoruz. Bu eğer uygulanırsa başarıya ulaşabiliriz. Bu açıdan da umutluyuz. Artık herkes yerel yönetimler olmadan başarının elde edilemeyeceğini ifade ediyor. Ancak 2050 iklim nötr hedeflerinin veya 2030 hedeflerinin tek başına yerel yönetimler tarafından ulaşılması mümkün değil. Bölgesel ve ulusal işbirlikleriyle uluslararası finansman ve kapasitelerin hızlı bir şekilde belediyelere akması gerekiyor. Böylece 2030 ve 2050 hedefleri hayata geçirilebilir. Ulusal eylem planlarının içerisinde yer almak bizlere bu avantajları sağlayacak.

Taleplerinizin ulusal eylem planlarında nasıl yer bulduğunu açabilir miyiz biraz? Sizin gözünüze çarpan örneklerden bahsedebilir misiniz?

Madrid’deki COP25’in öncesinde ve sonrasında ilginç bir dönem yaşandı. COVID-19’un etkilerini de görüyoruz bu dönemde. Her ne kadar Paris Anlaşması’nda yerel yönetimlere yer verildiyse de hükümetler bunu uygulamaya sokmakta çok zorlandılar. Hâlâ daha bir patinaj olduğunu biliyoruz. Ulusal hükümetler de sabit bir yapıya sahip değil. Her seçimde iktidarlar değişebilir. Bunu ABD’de ve Brezilya’da gördük. Bu değişimin olumlu veya olumsuz sonuçları olabilir. Her zaman tetikte olmak gerekiyor. Kazanılmış hakların her an geri alınabileceğinin farkında olmamızda yarar var. Bu anlamda uluslararası işbirliğini aktif tutmalıyız. Bonn’daki 2017 zirvesinde hayata geçen ve çeşitli ülkeler ve Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Sekretaryası’nın oluşturduğu NDC Partnership (Ulusal Katkı Beyanı Ortaklığı) denilen bir yapı var. ICLEI ona katılan ilk hükümet dışı organizasyon. Yaklaşık 70 adet azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeye danışmanlık verildi. Biz de yedi ülkeye bu anlamda destek verdik. Çok ilginç örnekler ortaya çıktı. Başarılı örnekler olarak Şili, Dominik Cumhuriyeti ve Ruanda’yı gösterebilirim.

Bu sadece azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerle sınırlı değil, gelişmiş ülkelerde de önemli örnekler var. Japonya’yı bu konuda öne çıkartabiliriz. Nükleere bağımlılıkları nedeniyle bir handikapları var. Japon ekolünde sıçrama yapılacak açılımlar kolay kolay gelişmez. Fakat yeni nesil siyasetçilerin örneklerinden biri olan Çevre Bakanı Şinjiro Koizumi 2050 hedefleri için yerel yönetimlerin ikna edilmesinin önemini kavradı. Yerel yönetimlerin yükümlülüklerini ulusal boyuta taşıyarak süreci yönetmek istedi. Çevre bakanlıkları iklim sözleşmesinin uygulanmasının önündeki engel değil. Tam tersine müzakerelerde alınan kararları ülke içerisinde diğer bakanlıklarla tartışıyorlar. Bilinçli çevre bakanları iklim müzakerelerindeki vizyonu, ulusal aktörleri arkalarına alarak bu tarafa yönlendirebilirlerse kendileri kazançlı çıkıyorlar.

Japonya bunun güzel bir örneğini verdi. 1.5 yıldan kısa bir süre içerisinde 300’den fazla belediyenin 2050 yılı itibarıyla iklim nötr olma yükümlülüğünü almalarını sağladı. Bunu fırsat bilerek devlet olarak iklim nötr olma yoluna gittiler. Biden Zirvesi’nde de 2030 hedeflerini güncellediler ve yerel yönetimlerle birlikte çalışacaklarını duyurdular. Japonya’nın en büyük dezavantajı bunu henüz resmi olarak NDC belgesi haline dönüştürmemesi. 31 Temmuz olan son tarihi kaçırdılar ancak bunun önümüzdeki günlerde duyurulmasını bekliyoruz.

Bir başka güzel örnek ise Güney Kore. Ülkede geçen yıl tüm belediyelerde iklim acil durumu ilan edildi. Aynı Japonya örneğinde olduğu gibi hepsi 2050 hedefini kabul etti. Çevre Bakanı bu süreçte oldukça etkili oldu, önlerini açtı. Farklı kapasitedeki icra makamlarının doğru yönlendirilmeleri halinde doğru politikalar izleyebileceğinin örnekleri bunlar.

Burada beklentilerin altında kalan ise AB’dir. Liderlik vasfını yitirmekle karşı karşıya. Covenant of Mayor’da çok güzel deneyimler kazanıldı ancak bu %55 hedefine tam olarak yansıyamadı.  Avrupa’da çok büyük bir potansiyel var. Güney Kore veya Japonya’daki gibi yerel yönetimlerin potansiyelini etkin kullanabilirse %55’in üzerine çıkabilecek bir potansiyele sahip. Ancak henüz bu aşamada değiller. Bu da Avrupa’daki siyasi dalgalanmalarla ilgili. Almanya’daki genel seçim sonrasında, Yeşiller daha güçlü bir şekilde gündeme gelirlerse, Almanya’da yaşanacak siyasi dönüşümün sadece Almanya ile sınırlı kalmayacağını, Avrupa’ya ve hatta dünyaya yansıyabileceğini öngörebiliriz.

İklim finansmanı önümüzdeki müzakerelerin en önemli gündem maddelerinden bir tanesi. Özellikle azgelişmiş ülkelerin bu finansmana erişmesi iklim krizine uyum açısından hayati bir önem taşıyor. Ortada 100 milyar dolarlık ancak gerçekleşmeyen bir taahhüt var. Bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

O noktada başarılı olduğumuz söylenemez. Bu işin finansman boyutu henüz yerel yönetimlere ulaşmadı. Geçtiğimiz yıllarda belediyelerin yatırımlarını fizibilite aşamasına getirebilmelerine destek olacak bir fon yaratıldı. İzmir örneğinde gördüğümüz üzere Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası gibi kurumlar finansman portföylerinde belediye yatırımlarını artırıyorlar ancak bu yeterli değil. Glasgow konferansının testi bu olacak. Bu 100 milyar dolarlık bütçe gündemden düşüyor. Son yıllardaki afetleri düşünürseniz, bu sadece Ruanda’nın meselesi değil. Almanya’da yaşananlar çok taze ve bir nehir vadisinde yaşanan sel felaketi için yaklaşık 30 milyar euroluk bir bütçe oluşturuldu.

Finansmanın çok büyük bir miktarının uyum çalışmalarında daha etkin bir şekilde kullanılmasına dair ciddi talepler var. En büyük çelişki şu: Emisyonları azaltmadığınız sürece ne kadar kaynak aktarırsanız aktarın, bunun karşısına çıkmanız mümkün değil. Burada önemli olan pastayı bölüşmekle beraber pastayı büyütmek. Bu iklim finansmanının bütçesinin artırılması anlamına geliyor. Buradaki en büyük beklenti, G7 veya G20 ülkelerinin fosil yakıtların finansmanı konusunda alacakları yükümlülüklerin sonucu olarak oraya gitmeyecek paranın buraya gelmesi. Belediyelerin altyapı, barınma, ulaşım gibi çalışmalarına aktarılması söz konusu. Henüz o noktalara gelemedik. Müzakerelerde COVID-19 nedeniyle bir tıkanıklık var. Ancak bir çalışma planımız var.  Paris Anlaşması’ndaki 6. Madde’de iki tür mekanizmadan bahsediliyor. Kyoto Protokolü ise serbest piyasanın hakim olduğu bir dönemdeydi. Paranız varsa gidip yatırım yapıyorsunuz, oradan elde ettiğiniz azaltımı kendi borcunuzu kapatmak için kullanıyorsunuz. Burada mali gücü yüksek ülkeler veya firmalardan bahsediyoruz. Paris Anlaşması özellikle Latin Amerika’da halk hareketlerinin olduğu, Çin’de devletçi politikaların izlendiği bir dönemde ortaya çıktı. Paris’te piyasa dışı araçlar ve yöntemler çokça tartışılıyor. Bizim burada sürdürülebilir kentsel değişim planlarının bu kapsama alınmasına yönelik bir çalışmamız olacak. Yeni gelişecek bir kentsel alan, eskisine göre gerek çimento gerek yakıt tüketimi gibi uzun bir süre zarfında çok daha az emisyona neden olacaksa bunu iklim finansmanına dahil edebiliriz gibi bir düşüncemiz var. Bunu Glasgow çıktılarının içerisine yedirebilirsek bu bizim önümüzü ciddi şekilde açar.

Biraz önce Almanya örneğini verdiniz ve aşırı hava olaylarının sadece azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin sorunu olmadığını belirttiniz. İklim finansmanı sorununu iklim adaleti olmadan tartışamayız ve bu pastadan pay almak yeni tartışmalara neden olacak gibi…

Kaçınılmaz olarak yeni tartışmalar çıkacak. Ciddi çelişkiler yaşıyoruz. Ev sahibi olan İngiltere’nin tarihsel olarak bu konuda aktif olduğunu biliyoruz. Ancak COP’a ev sahipliği yaptığı yıl uluslararası kalkınma bütçesini azaltan ve bunu parlamentosunda onaylayan bir ülkeden bahsediyoruz. Şu ayrımı iyi bilmek gerekiyor. Ulusal bütçelerin kullanımıyla uluslararası kalkınma destekleri biraz daha farklı. Maliye bakanlıkları süreçteyken diğer tarafta uluslararası işbirliği bakanlıklarının bütçeleri söz konusu. Fosil yakıtlara olan sübvansiyonlar bir an önce durdurulmalı. Ortaya çıkacak trilyonlarca dolarlık profilin sürdürülebilir kalkınma çarpanı en yüksek olan kentsel ve kırsal kalkınmaya aktarılması gerekiyor. İklime uyum tartışmaları da 2005’te Avrupa’daki sıcak hava dalgalarıyla birlikte harekete geçmişti. Ne yazık ki insanlık kendi başına gelmedikçe diğerlerinin acısını hissetmiyor.

Burada önemli bir deneyim bekliyoruz biz de. Almanya daha önce kendi tarihinde görülmemiş bir afet yaşadı.  “Build Back Better” (Daha İyisini İnşa Et) söylemi çok iyi ancak uygulamada çok az örneği görülüyor. Almanya iyi bir model uygulayabilirse, ki burada da bazı siyasi çekişmeler var, diğer ülkelere de bir örnek oluşturabilir.

İklim krizinde küresel liderlik beklenen Donald Trump’ın ABD’si Paris Anlaşması’ndan ayrıldığını açıkladıktan sonra yerel yönetimler sorumluluk almış, iklim eylemine dair taahhütleri dünya tarafından alkışlanmıştı. O dönemden bu yana nasıl bir ilerleme sağlandı?

1992 Rio Zirvesi’nde en sıkıntılı ilerleyen ülkelerden birisi ABD idi. Rio’nun üç çıktısından ikisinde dışarda kalmıştı. İklim sözleşmesine taraf olmasına rağmen Kyoto Protokolü tutumunu biliyoruz ki bu neoliberal politikaların bir yansımasıydı. O dönemleri de hatırlarsak Trump bir ilk değildi aslında.  ABD’ye rağmen hayata geçen Kyoto Protokolü’nde ABD yerel yönetimlerinin büyük bir mücadelesi olmuştu. 2005 yılında yaklaşık 1000 belediye başkanı “ABD bu sürecin dışında ama biz varız” diyerek iklim deklarasyonunu imzalamıştı. Ne yazık ki seçmenler iklime göre karar vermiyorlar. Başka etkenler siyasi kararları belirliyor. İklim politikaları da bunun bir sonucu olarak başarılı veya başarısız oluyor. Dünyanın hiçbir yerinde ne yazık ki iklim politikalarına göre seçilen bir belediye başkanı veya ulusal hükümet bulunmuyor.

Trump döneminde, tecrübelerden ders alınmıştı. Özel sektör ve üniversiteler gibi farklı etkenlerle birlikte topyekun bir muhalefet örgütlendi. Burada Trump ile olan ilişkilerinin de etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Şunu da atlamayalım. ABD’deki yenilenebilir enerji sektörü fosil yakıt sektöründen daha fazla istihdam yaratıyor. Dolayısıyla 2005’lerde yalnız olan belediyeler şu an çok daha güçlüler. Biden ile birlikte icracı bakanlıkların üç tanesinde eski belediye başkanları var. Bu çok önemli bir sinyal. Bu çok katmanlı bir işbirliğini burada da hayata geçiriyoruz demek.

22 Nisan’daki İklim Zirvesi’nde ABD ulusal bildiriminin yenisinin açıklanacağı duyurulduğunda herkes şaşırmıştı. Bu derecede bir dokümanın bu kadar hızlı bir şekilde hazırlanması beklenmiyordu. Bu bildirim yerel yönetimlerin işin içine katılması dolayısıyla önemli bir örnek de oluşturuyor. Aslına bakarsanız bu geçmiş dört yılın bir yansıması. Bildirimin ilk paragraflarında buna bir atıf var. Dört yıllık sürede federal düzeyde ilerleme sağlamamakla beraber yerel ve eyalet seviyesindeki ilerlemeler sayesinde bugün bu noktaya geldiklerinden bahsediyorlar. Bunun yanı sıra bir önemli gelişme daha bu Zirve’den hemen önce gerçekleşti. ABD ve Japonya arasındaki başkanlar düzeyindeki bildirgede ilk defa yerel ve bölgesel iklim eylemlerinin küresel ölçekte desteklenmesi için işbirliğinde bulunacakları açıklandı. Böyle çok taraflı işbirliklerinin hükümet düzeyinde gerçekleşmesi yerel yönetimlerin de önünü açacak. Bu nedenle çok değerli bir girişim olduğunu düşünüyorum.

En son orman yangınları ve seller iklim krizine uyum için güçlü bir uyarı daha oldu. Türkiye’deki yerel yönetimlerin iklim eylemi karnesini nasıl değerlendirirsiniz? Başarılı bir sınav verildiğini söylemek mümkün mü?  

Türkiye’de daha da şiddetlenen bir kutuplaşmanın etkisini bu alanda da görüyoruz. Orman yangınlarının nedeninin iklim değişikliği mi, yanlış kentleşme mi veya sabotaj mı olduğu konusunda bir kamplaşma gördük. Her iki tarafın şöyle bir bilince varması gerekiyor: Bunlar birbirinin alternatifi değil. Kısa vadede yapılmış, geçmişe dair sorgulanması gereken çok ciddi yönetim ve planlama hataları var. Ancak şu da ortada ki bu hatalar olmasa bile yaşanan afetler hiçbir belediyenin altından kalkamayacağı afetler. Ve ne yazık ki bunlar daha da sıklaşacak, bunun farkında olmalıyız. Bizim bunu içtenlikle ifade etmemiz gerek. Bu anlamda zihinsel bir dönüşüme ihtiyacımız var. Topu sadece tomruklara, HES’lere, kentleşmenin yanlışlığına veya ilahi takdire bırakırsak yanlış yapmış oluruz. ICLEI açısından baktığımızda bizim Türkiye’den irili ufaklı, farklı partilerden 20’ye yakın üyemiz var. Bu anlamda yerel yönetimlerin bilinci önemli. Bizim gibi organizasyonların yapması gereken; siyasi çizgisinden bağımsız, bu işi dert eden ve destek talep eden herkese ulaşmak. Şu da bir gerçek; 2018 yerel seçimlerinden sonra özellikle 11 metropol belediyesinin arasındaki bilgi paylaşımının ve bilinç düzeylerinin etkilerini yavaş yavaş hissediyoruz. Bu CHP’li belediyelerin arasında kalmıyor, diğerlerine de yansıyor. Örneğin İzmir’in öncülüğünde harekete geçirilen Sürdürülebilir Kentsel Gelişim Ağı’nda AKP’li belediyeler de bulunuyor. İzmir üzerinden çok örnek veriyoruz ancak bizim yeni üyelerimizden birisi olmasına rağmen belediye başkanı Tunç Soyer Seferihisar’dan beri bizimle birlikte ve şu an ICLEI’de yönetim kurulu üyesi. İzmir örnek gösterilecek çalışmalara imza atıyor. Sadece Tunç Soyer döneminde değil, önceki dönemlerde de benzer çalışmalar yaptılar. Yeşil çevre eylem planı, iklim eylem planı, doğayla uyumlu kent politikası gibi planların meyvelerini verdiğini görüyoruz.

İzmir’in arkasından İstanbul ve Ankara’da da ciddi çalışmalar görüyoruz. Bunun en büyük sıkıntısı ulusal bir strateji içerisinde yer almaması. Türkiye G20 ülkeleri arasında Paris Anlaşması’na taraf olmayan tek ülke. Bunun gerekçelerini artık tartışmaya bile gerek yok. Ne kadar yanlış bir tutum olduğu bugün daha çok ortaya çıkıyor. Türkiye’nin bu anlaşmanın dışında kalması sadece ulusal hükümete değil, vatandaşına ve yerel yönetimlerine de zarar veriyor. Hükümetin izlediği politikalar var. Örneğin Madrid’de Türkiye’nin kendi ısrarlı politikaları nedeniyle müzakerelerde altı saatlik bir uzama yaşandı. Bunun benzerini Glasgow’da yapacak mı? Ancak bedeli ağır olacaktır. Önümüzdeki günlerde anlaşmaya taraf olmak adına bir adım atılır mı, kestirmek zor. Şu kesin ki ABD örneğinde verdiğimiz gibi Türkiye’deki belediyeler de ders alıyorlar. Yeni açılımlar ve yöntemler geliştiriyorlar. Önemli olan bunu dünya ile daha iyi paylaşmaları ve bunu etkin bir şekilde hayata geçirmeleri. Tabii burada halkın da katılımını sağlamaları gerekiyor.