;
Bilim Ekonomi

“Merkez Bankaları Niye İklim Değişikliğiyle Mücadele Etmesin ki!”

Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erinç Yeldan Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) yeni raporunun doğrudan doğruya devlet yatırımları öncülüğünde yepyeni bir teknoloji ve büyüme deseni ortaya çıkarmayı amaçladığını belirtiyor.

Yeni yayımlanan çalışma iklim değişikliğine özel bir önem veriyor. İklim değişikliğiyle mücadele için gerekli yeni bir yatırım dalgasının yeni gelir ve istihdam alanları yaratacağını, küresel bir makro ekonomik toparlanma etkisi oluşturacağını iddia ediyor. Siz nasıl yorumlarsınız?

Rapor her şeyden önce tarihe bir atıf vererek kamu ilgisi uyandırmaya çalışıyor. “Yeni Ekonomik Düzen” (New Deal) ABD’de Başkan Roosevelt döneminde ve bütün dünyada faşizme karşı bir mücadelenin sürdürüldüğü, bunun da iktisadi boyutlarının kurgulanmaya çalışıldığı dönemdi. Dolayısıyla bu yeni ekonomik düzen, faşizme karşı ortak demokrasi cephesinin iktisadi önkoşullarını düzenliyordu. Bir nevi toplumsal mutabakat anlamına geldi. O dönemin çok özgün koşulları içerisinde teknolojide montaj hattı tekniği, sosyal refah devletinin politik anlamda ortaya çıkışı ve 3. Dünya dediğimiz Asya’da ve Afrika’da yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerin bütün dünyada özgürlükçü bir hava estirmesi gibi etkenler bir araya geldi. “Yeni Ekonomik Düzen” olarak adlandırılan ekonomik önlemler hemen hemen bütün dünyada kucaklanır, anlaşılır bir önlemler bütünü olarak değerlendirildi. Nitekim ondan sonra küresel ekonomide gerek sosyalist sistem, gerek kapitalist sistem, gerekse de bugünün yoksulları olan Afrika ve Asya ülkelerinde, o günün koşullarında dünyada eşi benzeri görülmemiş hızlı bir büyüme yaşandı. Elbette teknolojik olarak o günlerin olanaklarından çok uzağız. Politikalar anlamında da çok uzağız. O dönem Keynesyen genişlemeci politikalar uygulanıyordu. Ulus devletler ekonomiye çok daha müdahil olma olanaklarına sahipti. Uluslararası ekonomide ulusal programlar izleme olanağı daha genişti.

BM’nin bu raporunda o günün olanaklarının olmadığı, yalnız önümüzde yepyeni bir teknolojik gelişme ilerleme hamlesinin olabileceği gerçeği dile getiriliyor. Bu teknolojik dönüşümün üst yapısının Yeşil Yeni Düzen bağlamında kurgulanabileceği ifade ediliyor.

1940’ların, 50’lerin, 60’ların Fordizme ve Taylorizme ve uzmanlaşmaya dayalı, montaj hattındaki uzmanlaşmayı çok çok artırabilen teknolojik olanağına öykünerek faşizm ile neredeyse niteliksel olarak özdeşleştirilebilen iklim değişikliği mücadelesine iktisadi ve sosyal bir kurgu vermeyi amaçlıyor. İklim değişikliği ile mücadele yenilenebilir enerji kaynaklarını gerektirecek teknolojiler aracılığıyla yenilenebilir enerji kaynaklarının istihdam, sermaye birikimi, inovasyon kapasitelerini toplumda yeni bir büyüme ivmesi olarak kullanmayı ön plana çıkartıyor. Bu anlamıyla da raporun çok önemli bir farkındalık yarattığını, bizim için çok önemli dersler içerdiğini düşünüyorum.

Rapor başat olarak doğrudan doğruya devlet yatırımları öncülüğünde yepyeni bir teknoloji ve büyüme deseni ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Günümüzün küresel ekonomisi “Endişeler Çağı” diye bir alt başlık içerisinde toplanabilir. Üretkenlik bütün dünyada düşüyor, gelir dağılımında bozulma artıyor. Emeğin milli gelirden aldığı payda ciddi bir gerileme var. Bu da gelir dağılımının bozulmasının ana etkenlerinden bir tanesi. Dünyada demokratik taleplerden ve kurumlardan giderek uzaklaşma var. Toplumda popülizm diye adlandırılan ancak aslında açık faşizm uygulamalarını andıran aşırı milliyetçilik ve ırkçılık gelişiyor. Gerek cinsiyet gerek etnik kökenler bakımında uyarılan şiddet bütün coğrafyalarda ortaya çıkıyor. Bütün bunlara ilaveten gezegenimizin ısınması, bunun yaratacağı susuzluk, tarımsal hasılatın gerilemesi, yepyeni bakteri türlerinin ve hastalıkların ortaya çıkması durumu var. Bütün bunların maliyetlerinin OECD raporlarına göre 30-40 milyar doları bulabileceği ifade ediliyor. Bütün bunlar BM’nin “endişeleniyoruz, endişeler çağındayız” diye nitelediği sorunlar yumağı. Raporun ana çağırısı da bu sorunları nasıl çözebileceğimize dair.

Raporda, Yeşil Yeni Düzen’in küresel mali kriz sonrasında yeni ve temiz bir başlangıç yapılabilmesi için doğru politika çerçevesi olduğu kabul ediliyor. Alexandria Ocasio-Cortez’in önderliğinde gündeme gelen “Yeşil Yeni Düzen” sadece iklim değişikliğiyle mücadeleyi öngörmüyor, yeni bir ekonomik, sosyal ve çevresel düzen de tasavvur ediyor. Böyle bir dönüşümün hem dünya hem de Türkiye için maliyeti ne olabilir?

Geçtiğimiz hafta açıklanan Orta Vadeli Program metni bağlamında da aynı paylaşımlarda bulundum. Böyle bir tasarımın bir hedef, bir öneri, bir program olabilmesi için bunun “kaynak analizini” yani bütçe, maliyet ve elde edeceğiniz maliyet-gelir denkleminin kurgulanması gerekiyor. UNCTAD’ın raporunda bu var. Gerçekçiliği oldukça yüksek bence. Kaynaklara işaret ediyor. Öte yandan iklim değişikliği ile mücadele etmemenin maliyeti çok çok ağır olur. Bugünkü koşulların herhangi bir politika değişikliği önerilmeden veri olarak kabul edilmesi sonucunda, diyelim ki önümüzdeki 100 yılda insanlığın bu şekilde devam etmesi, toplumsal ve sosyal maliyetlerin dışında iktisadi olarak ölçülebilir maliyetlerin 70 trilyon dolardan 500 trilyon dolara yükseleceği tahmin ediliyor. Bu sadece BM’nin değil aynı zamanda UNEP’in ve OECD’nin çevre programlarının vardığı rakamlar. Bu maliyeti karşılayabilir miyiz? Karşılayamamanın maliyetini düşünmek bile istemiyorum. Dolayısıyla bu adımı atmamız gerekiyor.

IMF’nin iki sene önceki bir çalışmasına atıf yapılıyor. Makro anlamda kötü politika tercihlerinin yarattığı israf edilmiş kaynaklar var. Bunların en başında fosil yakıtlara verilen teşvikler geliyor. Kömürü, karbon içeren diğer yakıt kaynaklarını tüketiciye ve üreticiye “ucuza” mâl etmek için devletlerin teşvikleri var. Bunun ötesinde kötü kullanılan kaynaklar var. Bunun içerisinde aşırı borçlanmaya itilmiş hane halkı tüketimleri var. Özel kredi genişlemesi olağan dışı boyutlarda. Yılda ortalama 8 ila 10 trilyon dolar civarında bir finansal spekülasyon içerisinde finansal ürünlerin tasarruf edilebilir fonlarını yatırıma dönüştürmek yerine finansal sistem içerisinde aşırı borçlanmaya, değim yerindeyse rant oyunlarına harcayan finansal bir sistem var. Bunun düzenlenmesi, tasarrufların doğrudan doğruya sabit sermaye yatırımlarına aktaracak bir aracılık mekanizması ile kullanılması buradaki kötü kullanımın önüne geçebilir.

Çokuluslu şirketlere verilen vergi imtiyazları ve teşvikleri, özel arazi imtiyazları, kamu varlıklarının çokuluslu şirketleri kendi ülkelerine çekmek için verilen ayrıcalıklar yıllık yaklaşık 1 trilyon dolara ulaşmış durumda. Yeni teknolojik inovasyonun getireceği maliyet kazanımları, istihdamlar, özellikle yenilenebilir kaynakların yaratacağı ithalat maliyeti tasarrufları çok daha verimli ve etkin bir üretim desenini sağlayabilir.

Bizim bu konuda Türkiye için yaptığımız bir çalışma vardı. ODTÜ’den Ebru Voyvoda ve Boğaziçi’nden Sevil Acar arkadaşlarımla birlikte Türkiye için karbon vergisi ve fosil yakıt teşviklerinin iptal edilerek doğrudan doğruya yenilenebilir enerji havuzuna fon olarak kullanılması durumunda mevcut seviyelendirilmiş maliyetler üzerinden var olan elektrik talebini 2040 yılına kadar yenilenebilir enerji ile sağlayacak bir teknoloji hamlesi düşündük. Bunu da bir adım ileriye götürerek bir bölgesel coğrafyanın içerisinde doğu illerimizde yenilenebilir enerjiyi merkez üs haline getirerek bölgesel kalkınmayı daha eşitlikçi kılacak bir tasarımda bulunduk. Tasarımın, genel denge disiplini içerisinde kaynak tasarrufu, yatırım ve dış denge gözetilerek kömürü teşvik etmeye dayalı enerji politikamıza göre çok daha üstün, daha yüksek büyüme, daha düşük cari işlemler açığı ve daha sağlıklı bir gelir bölüşümü içerisinde kurgulanabileceğini gösterdik.

Dolayısıyla kanımca Sayın Cortez’in çağrısı ve BM’nin bu adımı bilimsel verilerle ve bilimsel çalışmalarla giderek daha desteklenir hale geldi.

UNCTAD’ın bu raporunun yapısından bahsedebilir misiniz kısaca?

Bu rapor, UNCTAD’ın her sene yayınladığı önemli rapor katkılarından bir tanesini oluşturuyor. Aslında son iki seneki raporu bununla birlikte ele alırsak bir üçlemeyi andırdığını söyleyebiliriz. Bundan evvelki raporda robotlaşma, yapay zeka ve inovasyon ele alındı. İlk raporda ise sanayisizleşme ve uluslararası ticarette güç dengeleri teması işlenmişti. Sanayisizleşme sorunu, süregelen finansal rekabet, finansal spekülatif çabaların tasarruf yatırım dengesinde bir şişkinlik ve köpükleşmeye yol açarak yeni krizler yaratmasına ilişkin endişeler, uluslararası ticarette tekellerin çok belirleyici olarak ticaret süreçlerinde verimli işbirliklerinin önüne geçmesi, gelir dağılımını bozucu aşırı tekelci kâr marjları ile çalışan bir ticaret şebekesi yaratmasının yarattığı sorunlar ele alınmıştı. Şimdi de bunlara çözüm önerisi içeren bir nevi çıkış yolu reçetesi sunulmuş oldu. O üçlemenin son halkasını oluşturdu bu rapor.

“İklim değişikliği için mücadele hedefi ile donatılmış merkez bankacılığı talep etmeliyiz” şeklinde bir tweet attınız geçtiğimiz günlerde ve merkez bankalarının iklim değişikliğinin finansmanını sağlamalarının ya da gelir eşitsizliği ile mücadele etmelerinin aykırı bulunduğunu söylemiştiniz. Neden aykırı bulunur ve merkez bankalarının rolü bu kapsamda ne olabilir?

Merkez bankalarının tarihsel olarak çıkışı nihai borç verici olmasına dayanıyor. Sistemin nihai olarak parasal kaynaklarını sağlayıcı bir merciidir. Parasal genişleme adına sistemi kurtarıcıdır. Bu görev asli olmak ile birlikte, sosyal refah devleti altında merkez bankalarının genişleyici para politikaları izlediği, istihdamı artırma, işsizlikle ve enflasyon ile mücadeleyi eşzamanlı yürütme zorunluluğu olduğu 1960’lar dönemini geçirdik. Daha sonra enflasyon tehlikesi çok daha önem kazandı. Bu nedenle enflasyon ile mücadelede öncelikli yetkili kılındı. Şimdilerde, özellikle 2009 krizi sonrasında, başta ABD ve Kıta Avrupası’nda işsizliği azaltmak ve merkez bankalarının uyarıcı tedbirleri yoluyla 2009 krizinin etkilerini bertaraf etmek için genişleyici para politikaları tekrardan devreye sokuldu.

Bugün birçok meslektaşım merkez bankasının asli görevinin fiyat istikrarını korumak olduğunu, başka hiçbir hedefin merkez bankalarının mücadele edebileceği bir hedef olmadığını belirtiyorlar. Bu fikre angaje olunmuş durumda. Ben bunu çok eksik, yanlış ve hatta tehlikeli buluyorum çünkü genel anlamda finansal varlıkların fiyatlarını makro ekonomik istikrarını gözetmeden sadece fiyat istikrarına odaklanmanın yeterli olmadığını gördük. Diğer finansal varlıklar arasında örneğin dövizin reel fiyatı var. Piyasa fiyatı değil. Enflasyondan arındırılmış “reel” kur fiyatı. Bu çok önemli bir makro ekonomik varlık fiyatı. Faiz önemli başka bir değişken. 2009 krizine neden olan bu vasıfsız, “eşik altı” dediğimiz kağıtların varlık fiyatlarının takip edilmesinin çok önemli olduğunu görmüş olduk. Dolayısıyla merkez bankası sadece fiyat istikrarını gözetmeli demek doğru değil. Makro ekonomik istikrarı göz ardı etmek, bu tür krizlerle belirsizlik yaratarak, risk algısının çoğalması nedeniyle ekonomide çok daha derin, şiddetli belirsizliklere yol açıyor. Bu dönüp dolaşıyor ve fiyat istikrarsızlığını tetikleyen bir unsur haline geliyor.

Bu görüş tarihsel olarak da yanlışlanmış ve tehlikeli bir hedef olarak göze çarpıyor. Ben bu gözlemimi bir adım daha ileri taşıyorum. Biraz konuya sınıfsal açıdan bakıyorum. Enflasyon ve fiyat istikrarsızlığı öncelikle finans burjuvazisinin düşmanıdır. Finansal sistemin enflasyona hiçbir tahammülü yoktur çünkü var olan stoklanmış varlıklarını vergilendirir enflasyon. Finans burjuvazisinin en önemli hedefi olan enflasyon ile mücadele sanki bütün toplumun hedefiymiş gibi bir algı yaratıldı. Buradan enflasyon emekçiler için önemli bir tehlike değildir, enflasyon ile mücadele önemsizdir demiyorum. Enflasyon ile mücadele olduğu kadar işsizlik ile mücadele de çok önemlidir. Finansal varlıkların fiyatlarının regüle edilmesi, aşırı spekülatif faaliyetlere dayalı şişkinleşmenin önüne geçilmesinin sağlanması da çok önemli. Bir bütün olarak makro ekonomik istikrarı hedeflemezsek; istihdam artışı, gelirler artışı, kamu maliyesi ve enflasyonla mücadele, tek başına merkez bankası gibi makro ekonomik çerçevede çok önemli bir kuruluşun elini kolunu bağlıyor ve sıradan bir kurum haline getiriyor. 2009 krizi, bunun sonucu oldu.

Aykırı düşünmeye başlarsak merkez bankaları kuşkusuz bağımsız olmalıdır, bağımsız hedefleri olmalıdır fakat bu hedefler toplumsal mutabakat içerisinde sadece ve sadece fiyat istikrarı içerisinde sıkıştırılmış, güdükleştirilmiş bir hedef anlamına gelmemelidir.

Tüm bu düşüncelerden hareketle diyorum ki, mesela Güney Afrika gibi işsizliğin %60 – %70’lere çıktığı bir toplumda işsizlikle mücadele ön plana çıkabilir. Türkiye gibi iklim değişikliğinin çok yıkıcı etkilerinin olabileceği coğrafyalarda iklim değişikliği ile mücadele kapsamında, merkez bankasının yeşil tahviller, bonolar, kredi finansmanı gibi olguları da hedef çantasının içine ilave edilebileceğini düşünüyorum. “Merkez bankası sadece fiyat istikrarı sağlar, bunun dışındaki her şey demodedir ve çağ dışıdır. Modern merkez bankasına uymaz” düşüncesi bana aymazlıktan çok dogmatizm olarak geliyor. Düşünce özgürlüğüne de sığmıyor. O kısa tweette bütün bunları ifade etmeye çalıştım.