;
Politika

Karbonsuzlaşma ve Yoksullaşma Birlikte Ele Alınmalı!

karbonsuzlaşma

Türkiye’nin yeni iklim taahhütleri yine yalnızca azaltım hedeflerine odaklanıyor. Oysa uzmanlar, bugüne kadarki iklim politikalarında etkilere uyum eylemlerinin hep geri planda kaldığını vurguluyor. İklim krizine karşı en savunmasız grupların hâlâ dikkate alınmadığını hatırlatan Dr. Nuran Talu, meseleye iş dünyası ve ticaret odaklı bakmanın bedelini toplumun ve doğanın ödediğini söylüyor. Karbonsuzlaşma ile yoksulluğun birlikte ele alınması gerektiğini belirten Talu’ya göre, sosyal kırılganlıklar hesaba katılmadıkça, iklim politikalarının topluma gerçek bir koruma sağlaması mümkün değil.

Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi kapsamında New York’ta konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin yakında resmen açıklanması beklenen yeni iklim taahhütlerini duyurdu. Erdoğan, Ulusal Katkı Beyanı’nda tüm sektörlerin ve sera gazlarının dikkate alındığını belirterek, 2035 yılına kadar 466 milyon ton emisyon azaltımı hedeflendiğini söyledi. 

Ancak Türkiye’nin yeni hedefi, mutlak azaltım yerine “artıştan azaltım” anlamına geldiği gerekçesiyle iklim uzmanları ve sivil toplum kuruluşları tarafından eleştirildi. İklim değişikliğinin etkilerine uyum konusundaki eksikliklere uzun süredir dikkat çeken Dr. Nuran Talu’ya göre ise iklim taahhütlerindeki en önemli eksiklik, etkilere uyum eylemlerinin yetersizliği ve vizyonsuzluğu. 

Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının büyük ölçüde ekonomik performansa odaklandığını belirten Talu, iklim krizine iş dünyası ve ticaret odaklı bakmanın bedelini, toplumun ve doğanın ödediğini söylüyor: “Halk, sokaktaki insan, iklim krizinin olumsuz etkilerine maruz kalınca ne olacak? Oluyor da zaten. Bu mesele, kocaman bir soru işaret olarak bırakıldı.” Talu’ya göre Türkiye’nin öncelikle iklim değişikliğinden en çok etkilenen toplum kesimlerini belirlemesi ve risk profillerini çıkarması gerekiyor. 

Uyum konusunun yalnızca halk sağlığı ile ilişkilendirilmesinin de yetersiz olduğunu vurgulayan Talu; yoksulluk, geçim sıkıntısı, engellilik ve zorunlu göç gibi sosyal eşitsizlikleri artıran diğer faktörlerin de ihmal edilmemesi gerektiğini belirtiyor. Süregelen piyasa odaklı politikaların, sel, kuraklık, orman yangını gibi afetlere karşı yoksul kesimleri daha savunmasız bıraktığını ifade eden Talu, “Karbonsuzlaşma ve yoksullaşmayı beraber ele alamazsak, hiçbir yere varamayız” diyor.

Dr. Nuran Talu’nun iklim değişikliği ile mücadelede Türkiye’nin taahhütleri hakkında İklim Masası’na yaptığı değerlendirmeler şu şekilde:

İnsanları ve Doğayı Kaybediyoruz

“Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında, insanı ve doğayı odaklayan bir iklim mücadelesinden ziyade seragazı emisyonlarının, ekonomik rekabete kurban gitmeden, ilgili sektörlerin güçlenmesine odaklanılarak azaltılması üzerine bir konuşma izledik. Bu anlamda İklim Kanunu’nun bir özeti gibiydi. Üstelik iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlama konusuna yine değinilmedi.

25 Temmuz’da iki askerimiz hipertermiden şehit oldu. Adli tıp raporu, ‘uzun süreli güneş altında kalmaya bağlı,’ dedi. Temmuz ve Ağustos’ta Türkiye’nin bütün illeri, aşırı sıcak hava olaylarına şahit oldu. Bu, bütün dünyanın konuştuğu bir konu: Askerler ne yapacak? Açık havada çalışan trafik polisleri, inşaat işçileri ne yapacak? Dış mekanda çalışanların iklim krizi nedeniyle aşırı hava olaylarından etkilenmelerini ve risk faktörlerini, dünya epeydir çalışıyor. 

Biz iklim değişikliği konusunda sadece iş dünyasına, Avrupa’ya ihraç ettiğimiz ürünlere, Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’na odaklanırken, insanları ve doğayı kaybetmeye devam ediyoruz. Bunun sebebi de iklim değişikliğinin etkilerine uyum konusunu yeterince anlamamamız.

İlk İklim Taahhüdümüzde de Uyum Politikaları Eksikti

Türkiye 2015’te Paris Anlaşması masaya konmadan altı ay önce, Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı’nı açıkladı. Bu dönemde birçok ülke gibi Türkiye de azaltım paniğindeydi ve 2030 yılında, referans senaryoya göre seragazı emisyonlarını %21’e kadar azaltmayı taahhüt etti. 

Fakat bu belgenin uyum bacağı tamamen eksikti. Bu, önemli bir sorun: Halk, sokaktaki insan, iklim krizinin olumsuz etkilerine maruz kalınca ne olacak? Bu, kocaman bir soru işaret olarak bırakıldı. Oysa Paris Anlaşması’nın ruhunda yalnızca emisyonların azaltılması yoktur. Özellikle 7. maddede, iklim değişikliğinin etkilerine uyum gerekliliği getirilir.

Türkiye’nin Yaklaşımı Yıllardan Beri Piyasa Odaklı

Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı, Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede hangi konuları önemsediğini ortaya koyuyordu. Dolayısıyla, iklim kanunun da bu yapıda çıkacağı daha o zamandan belliydi diyebiliriz. 2015’te de Türkiye, uluslararası piyasa mekanizmalarından faydalanmak istediğini vurguluyordu. Bu, aynı zamanda devlet organlarının daha çok özel sektörler çalışması demektir. Bunun tohumları o yıllarda atılıyordu. 

Bu belge, 2023 yılında verilen Güncellenmiş Birinci Ulusal Katkı Beyanı ile yenilendi. New York’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dillendirilen, bu alandaki üçüncü belge olacak. Ancak henüz resmen beyan edilmedi ve bakanlık tarafından paylaşılmadı. 

2015’teki belgede, emisyonların referans senaryoya göre %21 azaltılması hedefleniyordu. 2023 belgesinde ise referans senaryoya göre %41 azaltım yapılacağı taahhüt edildi. Ancak gerçekçi bir perspektiften bakıldığında, ‘%21 başarılabildi mi ki %41’den söz ediliyor?’ diye sorulabilir. Mutlak rakam beyanlarından daha çok, samimi uygulamalara ihtiyaç var bu ülkede. 

Uyum Konusunda Gecikiyoruz

Bu belgeler güncellenirken, uyum konusunda ise inandırıcı hiçbir gelişme yok. Örneğin biz dayanıklılığımızı artırmak için doğayı korumayı hedefliyorsak, bu maden yasasını niçin çıkarıyoruz? İnsanları korumak için yapıyorsak, örneğin açık havada çalışan ve aşırı sıcaklara maruz kalarak cilt kanseri olan inşaat işçileri hakkında veri topluyor muyuz?

Seragazı azaltım politikalarına baktığımızda enerji, sanayi, ulaştırma gibi sektörlere odaklanıldığını görüyoruz. Uyum politikalarında ise oldukça önemli olan tarım sektörü var, sigorta sektörü var, ama bu sektörlere girilmiyor. Yeni Ulusal Katkı Beyanı’nda da ne kadar girildiğini göreceğiz.

Şuna dikkat etmek lazım: Etkilere uyum her zaman olumsuz değildir. Önceden gardını alırsan, fırsatlara dönüşür. Ama Türkiye gecikiyor, karar vericiler gecikiyor.

Yoksulluk Göz Ardı Edilmemeli

Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanı’na baktığımızda ne yazık ki sadece halk sağlığıyla ilişki kurulduğunu görüyoruz. İklim değişikliği ile sağlık arasındaki bağlantıların irdelenmesi, iklim değişikliğinin halk sağlığı üzerindeki etkilerinin azaltılması, savunmasız gruplar başta olmak üzere halk sağlığının korunması ve sağlık hizmetlerinin kapasitesinin artırılması gibi beyanlar var.

Ancak iklim krizinin topluma olan olumsuz etkilerine uyum sağlanmasının yalnızca halk sağlığı ile ilişkilendirilmesi yeterli değil. Konunun hava ve su kirliliği gibi çevresel boyutları çalışılırken sosyal eşitsizlikleri artıran diğer faktörlerin de ihmal edilmemesi lazım. Örneğin yaşlı birinin tansiyonu çok yükseliyorsa, aşırı sıcaklara maruz kalmasıyla ilişkilendirilebiliyor ve buna göre risk önlemleri alınıyor. Ama, örneğin, iklim değişikliğinin yoksullukla ilişkisi hiç kurulmuyor. Oysa yoksulluk, yalnızca enflasyondan kaynaklanan bir olgu değil.

Savunmasız Kesimleri Özellikle Dikkate Almalıyız

Türkiye’de öncelikle iklim değişikliğinden daha çok etkilenen toplum kesimlerini belirlemek ve risk profillerini çıkarmak gerekiyor. Olumsuzlukları tetikleyen yoksulluk, geçim sıkıntısı, engellilik, zorunlu yer değiştirmeler gibi sosyal belirleyicilerin göz önünde bulundurulması lazım. 

Örneğin Paris Anlaşması’nda, toplumun kayıp ve zararlarını tazmin etme, risk sigorta kaynakları, geçim kaynaklarının çeşitlendirilmesi gibi konular vurgulanıyor. İş dünyasının da afetler, iş sürekliliği, risk azaltma, kayıp ve zarar tazmini gibi toplumun birçok kesimini etkileyecek konuları gündemine alması gerekiyor. Çünkü yoksulluğun azaltılmasının temelinde de istihdam yatıyor. Ancak Türkiye, uyum konusunu anlamaya geç başladı. Şimdi de yalnızca çevreyi korumaya ve kirliliği önlemeye odaklanıyor; toplum boyutu tamamen eksik.

İklim Şurası Kararlarına Ne Oldu?

Bu noktada önemli kısıtlarımızdan biri, İklim Bakanlığı’nda üst düzey karar vericilerin meseleye vizyoner bakamaması. Türkiye’de, bilimsel açıdan da teknolojik açıdan da, iklim değişikliği hakkında kalıcı bir farkındalığa ulaşıldığını söylemek için henüz erken. 

Bir diğer sorun ise üretilen bilgileri ve verileri dikkate almamak ve ilgili kurumlarla buluşturamamak. Örneğin Birinci İklim Şurası’nda iklim adaleti konuluşmuştu. İlk defa iklimle ilgili göç, kadın, çocuklar, gençler, aşırı hava olaylarına maruz kalan savunmasız gruplar, engellilerle ilgili bir komisyon vardı. Şura’da ‘adil uyum’ konusunda başlı başına bir çalışma yapılmış ve önemli tavsiyelerde bulunulmuştu. Şuralar, devlet otoritelerinin inisiyatifi ile ve çeşitli paydaşların katılımıyla yapılan ciddi toplantılardır. Ancak Şura tavsiye kararlarının birçoğunun izdüşümünü İklim Kanunu’nda göremedik. Ayrıca Türkiye’de mesele kanunlar, Şura kararları ya da iklim eylem planları değil; bunların uygulanması ve kurumsal kapasiteler. Bizde hala ‘iklim eylem planını yaptık, bitti, rafa kaldır,’ yaklaşımı hakim. Bunun yanı sıra, kurumlar arası yetki çatışmaları, iklim değişikliği ile mücadelede uygulamaların hangi otorite tarafından ve nasıl yapılacağını belirsiz kılıyor.

Karbonsuzlaşma ve Yoksullaşmayı Beraber Ele Almalıyız

Benim şiar edindiğim bir söz var: ‘Karbonsuzlaşma ve yoksullaşmayı beraber ele alamazsak, hiçbir yere varamayız’. Yalnızca karbonsuzlaşmaya odaklanmak, iş dünyasının yenilenebilir enerji üzerinden zenginleşmesine neden olur. Öbür tarafta ise yoksullar duruyor; sellere, kuraklığa, yangınlara maruz kalıyorlar. 

‘Düşük karbonlu ve iklime dayanıklı kalkınma’ üç boyutlu bir mevzudur ve üstünde ana bir siyasi irade vardır. Hem ekolojiyi bozmayacaksın, hem iklime dayanıklı ve sıfır karbonlu bir ekonomi yaratacaksın hem de toplumun refahından ödün vermeyeceksin; toplum zora düştüğünde sosyal hizmet vereceksin ama ‘yeşil’ sosyal hizmet vereceksin. Örneğin deprem afetinden sonra gördüğümüz gibi tarım alanlarının üzerine TOKİ inşa etmek, yeşil sosyal hizmet olmuyor; yalnızca günü kurtarmış oluyorsunuz. Bu durumda Türkiye’nin Yeşil Kalkınma Devrimi de inandırıcılığını baştan yitiriyor.

Yoksulun, İşsizin, İklim Krizinden Nasıl Etkileneceğini Belirlemek Gerekiyor

Sosyal hizmet meselesinin iki kanadı var. Bir yandan gelişmekte olan bir ülke olarak sosyal hizmet vermek ve kaynak ayırmak gerekiyor. Diğer yandan ise önümüzdeki on yıllar için afet risk yönetimi yapmak, savunmasız bölgeleri tespit etmek, altyapı yatırımları yapmak, konut ruhsatı vermeyi bırakmak ve toplanma alanları yapmak lazım. Bu ikisini de eşzamanlı yapmak gerekiyor. Bu da tabii ki siyasi irade istiyor.

Mesela ‘istihdam odaklı yeşil kalkınma’dan söz ediliyor. O zaman yoksulun, işsizin, iklim krizinden nasıl etkileneceğini bilmemiz gerekiyor. Mesela iş edindirmek için yeşil sosyal hizmet eğitimi verilebilir. Bu gibi sorunlar, analitik bir yaklaşımla çözülebilir. Bu alanın yakından takip edilmesi için Bakanlıkta idari bir birim açılabilir.

İklim krizi ile Mücadelede İnsan Hakları Öncelenmeli

Artık iklim değişikliği ile mücadelenin yalnızca çevrenin korunması söylemleriyle, üstelik doğanın tahribatına göz yumarak yürütülemeyeceğini idrak etmemiz lazım. Mesele aynı zamanda sosyal ve ekonomik. ‘Net sıfır’ emisyon sloganı yetmiyor, yanı sıra ‘iklim krizi ile mücadelede insan hakları öncelenmeli’ demek lazım. Beslenme, barınma, sağlık, geçim gibi sosyal hakları, iklim değişikliğinin olumsuz etkileri nedeniyle vurgulamalıyız.

Nihayetinde gıda güvenliği, bir insan hakları sorunu değil mi? Gıda güvenliğine de iklim değişikliği zarar veriyor. Tarım sektörü zarar görüyor. Bu sektörde doğru kararlar verilemediği için de insanlar ya pahalı yiyecekler almak durumunda kalacak ya da hiç yiyemeyecek.’’