;
Ekonomi Politika

Karar Vericilerin Kısıtlı Kaynakları Ne Şekilde Kullandığı Sorgulanmalı

YAZI: Bengisu ÖZENÇ, Sürdürülebilir Ekonomi ve Finans Araştırmaları Derneği

Koronavirüs küresel salgınıyla birlikte sistemsel sorunların ve kırılganlıkların daha görünür olduğu, mevcut düzenin daha yüksek bir sesle sorgulandığı bir dönemden geçiyoruz. Ekonomik krizler artık kalıcı olarak gündemimizde. Aşırı hava olayları ise iklim krizini bize daha sık hatırlatıyor. Sağlık krizinde de net bir şekilde gördüğümüz gibi, bu krizlerin olumsuz etkileriyle ilk aşamada ve en derin şekilde toplumun en kırılgan kesimleri karşılaşıyor. Bu krizlerin birbirleri ile ilişkisi ise artık tartışma götürmeyen bir gerçek. Bu konudaki farkındalığın kamuoyunda da arttığını görebiliyoruz. Bunu hem ana akım iletişim kanallarında da sayıca artan yayınlardan, hem de KONDA ve İklim Haber 2020 anketinin söylediği gibi, toplumun önemli bir bölümünün (%71) iklim değişikliğini insan faaliyetleri kaynaklı bir sorun olarak tanımlamasından takip etmek mümkün.

Koronavirüs salgını 2008-2009 küresel kriz sonrası toparlanamayan dünya ekonomilerini derin bir daralmaya sürüklerken, hasar gören ekonomileri de toparlanmaya yönelik hızlı adımlar atmaya zorluyor. Halen içinden geçmekte olduğumuz salgın sürecinin yarattığı hasarı tam olarak ortaya koymak mümkün olmasa da, toparlanma için bugüne kadar harekete geçirilen paketlerin mali büyüklüğü Haziran ayında 10 trilyon dolar olarak hesaplanmaktaydı. Bu da kabaca 2019 yılında kaydedilmiş olan küresel ekonomik büyüklüğün %10’una denk geliyor. Bu büyüklükteki bir kaynağın hangi türde faaliyetleri desteklemek için kullanılacağı, aynı zamanda dünyanın gelecek on yıllarına da şekil verecek bir karar olarak önümüzde duruyor.

Salgınla birlikte hasar gören ekonomiler ilk etapta, kayıplarını hızlıca telafi edebilecekleri “eskiye dönüş” planlarına odaklandılar. Ancak eskiye dönmenin bugünkü krizleri yaratan şartları da yeniden üretmek anlamına gelmesi, alternatif yaklaşımlara dönük talepleri de artırdı. Yakın tarihte benzerini görmediğimiz büyüklükteki mali kaynakların düşük karbonlu, sürdürülebilir bir ekonomik sistemi hedefleyen, daha sağlıklı ve daha adil bir toparlanmayı desteklemesi gerektiği farklı mecralarda sıklıkla dile getiriliyor. “Daha iyi” bir toparlanmanın çerçevesini çizen ulusal hükümetler, uluslararası kurumlar ve çokuluslu kuruluşlar, aynı zamanda bir dönüşüm gündemini de ortaya koyuyor.

Her ne kadar böylesi bir dönüşüm gündemine yönelik söylemler çoğalıyor olsa da uygulamada hâlâ karbon yoğun yatırımlar öne çıkıyor. Dünyanın en büyük ekonomilerinden oluşan G20 özelinde yapılan hesaplar, 2020 yılı başından bu yana enerji arz ve talebi ile ilişkili alanlara aktarılan ve büyüklükleri parasal olarak ifade edilmiş olan kaynakların 403 milyar dolar seviyesine ulaştığını gösteriyor. Bu tutarın %54’ü fosil yakıt kaynaklı faaliyetleri destekliyor ve büyük bir kısmı (fosil yakıtlı faaliyetlere verilen teşviklerin %88’i) emisyon azaltımı gibi herhangi bir önkoşul taşımıyor. Kaynakların bu şekilde dağıtılıyor olması, arka planda süren dönüşüm tartışmalarının inandırıcılığına da zarar veriyor.

Toplam desteklerden %36’lık pay alan “yeşil” politikalardan önemli bir bölümünün (%66’sı) ne kadar yeşil olduğu ise belli şartların sağlanmasına bağlı. Elektrikli araçlarda olduğu gibi, yenilenebilir enerji kaynaklarının sistem entegrasyonunun artırılması durumunda ya da hidroelektrik santrallarda olduğu gibi, çevresel regülasyonların tam anlamıyla uygulanması durumunda “yeşil” olarak değerlendirilebilecek bu destekler, enerji dönüşümünün bütüncül olarak ele alınması gerekliliğini bir kez daha vurguluyor.

İklim değişikliğinin ciddiyeti ve kaynakları konusunda kamuoyunda artan farkındalık olumlu bir gelişme olmakla birlikte, benzer bir farkındalığın bu krizin önüne geçilmesi için atılması gereken acil adımlar konusunda da yaratılması gerekiyor. Sorumlu vatandaşlar olarak, karar vericiler tarafından kısıtlı kamu kaynaklarının ne şekilde kullanıldığını, bizi yaşanabilir bir geleceğe taşıma yönünde tercihlerin yapılıp yapılmadığını sorgulamalıyız. Bugün enerji sektörünün merkezinde olduğu küresel bir dönüşüm gündeminin dışında kalmak, yarın hepimiz için tarihin yanlış tarafında olmak anlamına gelecek.