;
Bilim

“İklim Krizini Hesaba Katmadan Artık Ne Ormancılık Ne de Madencilik Yapılabilir”

İklim değişikliği açısından ormanların önemi ortada ancak bu konuda birçok yanlış ve bilimdışı söylem havada uçuşuyor. Böylesine önemli bir konuyu, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa, Orman Fakültesi, Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay ile tekrar ele almak, bildiklerimizin ve bilmediklerimizin üstünden tekrar geçmek istedik. Yeni orman alanları yaratmaktan çok, var olan ormanları korumanın ve geliştirmenin altını çizen Tolunay, ormancılığın, iklim krizinin yeni bilgileriyle güncellenmesinin önemini vurguluyor.

YAZI: Bulut BAGATIR, Barış DOĞRU

İsterseniz sık sık gündeme gelen, firmaların “ağaç dikme etkinlikleri”nden başlayalım. Bu sayede çevresel tahribatlarını karşıladıklarını iddia ediyorlar. Ağaç dikme gerçekten iklim krizi ile mücadele anlamına gelir mi?

İklim kriziyle mücadelede azaltım başlığı altında en büyük faktör fosil yakıtların kullanımının azaltılması. Daha sonra korumacı yaklaşımla arazi kullanım değişikliklerinin ve ormansızlaştırmanın azaltılması geliyor. Üçüncü faktörse ormanlaştırma çalışmalarıyla yeni orman alanlarının kazanılması.

Önemli olan, yeni orman alanları yaratarak ne kadar karbon tutabilirsiniz sorusunun cevabı. Bu da ormanların niteliğine göre değişir. Tropikal ormanların ve Kuzeydeki Boreal ormanlarının yıllık olarak bağladığı karbon miktarı birbirinden farklıdır. Biz tek bir ağaç şu kadar karbon tutar diye konuşmayız ancak özel şirketler genelde 1000 adet veya 10.000 adet fidan diktik diye ilan ediyorlar. Türkiye koşullarında en hızlı büyüyen ağaç bile, olgunlaşana kadar yıllık sadece 10 kg civarında karbondioksit eşdeğeri atmosferden alım yapabiliyor.
Bu anlamda ortalama bir firmanın o bahsettiklerinden çok daha fazla ağaç dikmesi lazım, karbon emisyonlarını dengelemesi için. Bunu da her sene yapması lazım. Çünkü bir seferliğine yaptığınız fidan dikimi o yılki karbon emisyonunu sıfırlamak için. Ertesi yıl yine bunu yapacağınız için tekrardan dikmeniz lazım. Genellikle firmalar bir sefer dikerler ve bunu sürekli yapıyorlarmış gibi ilan ederler. Azaltım kapsamında tek başına fidan dikerek iklim değişikliğiyle mücadele edemezsiniz.

Peki her sene bahsi geçen miktarda fidan dikmek mümkün mü? Öyle bir alana sahip değiliz…


Bunu yeni orman alanları yaratmak üzere yapmanız gerekiyor. Orman alanlarınızı genişletmeniz gerekiyor. Burada önemli olan, o alanın niteliği. Örneğin mera vasfında olan, insanların otlak olarak kullandığı yerleri dönüştürürseniz bu sefer hayvancılığı geriye itersiniz. Tarım alanlarının üzerinde zaten herhangi bir şey yapamazsınız. O nedenle orman alanlarını çok fazla genişletme şansınız yok. Kabaca yaptığım bir hesaptan bahsedeyim. 2017 değerlerine göre Türkiye’nin bir yıllık seragazı salımı 526 milyon ton karbondioksit eşdeğeri. Sadece ormanlarımızın yıllık olarak tuttuğu 50 milyon ton karbondioksit eşdeğeri civarı. Bu da ormanlarımızınTürkiye’nin salımlarının %10’u kadarını tutabildiği anlamına geliyor. Türkiye’nin verimli orman alanları ise tüm yüzölçümümüzün %15’i kadar. Seyrek, bozuk dediğimiz ormanlar da var. Onların karbon tutma kapasitesi çok düşük; yıllık olarak bir hektarda sadece kilolarla ifade edilebilen miktarlarda karbon tutabiliyorlar.

Bu yaklaşımla hareket ederek bütün Türkiye’yi ağaçlandırdık dersek, yani 78 milyon hektar alandan bahsediyorum, yine biz bir yıllık karbon salımımızı sıfırlayamıyoruz. Dolayısıyla her yeri ağaçlandırarak karbon salımlarımızı azaltmak mümkün değil. Yeni orman alanları yaratmak, yeni fidanlar dikmektense, var olanı korumanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Tarım ve mera alanlarını korumamız gerekiyor. Sadece ağaçlar değil, toprak da çok önemli.

Türkiye’de 30 cm derinliğindeki topraklardaki orman alanlarında bir hektarda yaklaşık 55 ton karbon depolanırken bu rakam meralarda 4042 ton civarında. Tarım alanlarında ise 40 tonun altına düşüyor. Siz bu alanları yapılaştırdığınız an veya ormanları madenlere açtığınız an toprakta depolanmış olan karbon da atmosfere gidiyor. Yani koruyarak alanları genişletmek gerekiyor.

Meralarımız da çok bozuk durumda. O tutulan karbonun miktarını daha da artırmak üzere ıslah çalışmaları yapılabilir. Böylece hayvancılığımız da gelişir. Tarım alanlarımızda ağaçlık alanlar son derece az. Yol kenarı ağaçlandırmaları, tarım alanları arasında ağaç grupları oluşturmak gibi yine ağaç varlığını artırarak tutulan karbon miktarını artırmak mümkün.

Ağaçlandırma ve ormanlaştırma arasındaki fark nedir? Ağaçlandırma yaparken tek tip mi ağaç dikiyorlar? Eğer öyleyse ne kadar doğru bir yaklaşım bu?

Ağaçlandırma belli bir yere fidan dikmek. Bu fidanı siz bahçenizde de dikebilirsiniz. Bu da ağaçlandırmadır. Ağaçlandırma aslında bir fidan dikme eylemi. Ormanlaştırmada farklı tarih aralıkları var. Örneğin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne göre, en az 50 yıldır üzerinde ağaç olmayan bir alanı orman haline getirmek ormanlaştırmadır. Araziyi orman haline getirirken ağaçlandırma bir yöntemdir. İster fidan dikersiniz, ister tohum serpersiniz.

Ancak ağaçlandırma yaptık dediğinizde sanki orman oluşturulmuş gibi algılanıyor. Örneğin 11 milyon fidan dikildi 11 Kasım’da. Orada bunların ne kadarının orman alanına dikildiği, ne kadarının okul, hastane bahçesi gibi yerlere dikildiği belli değil. Bununla ilgili resmi açıklama yapılmadı. Bu proje, ülkenin ağaç varlığına katkı sundu ancak siz yol kenarını veya okul bahçesini ağaçlandırdıysanız bunlar orman varlığımıza hiçbir zaman katılmayacaklardır. Bir yere orman diyebilmemiz için belli vasıfların olması gerekiyor.

İstanbul’da Kuzey Ormanları büyük bir tehdit altında. Amazonlar yavaş yavaş karbon yutağı olmaktan çıkıyor ve bu, iklim krizi çağında oldukça kötü bir haber. Amazonları veya daha genel bir şekilde tropik yağmur ormanlarını koruyamamanın nasıl sonuçları olacak?

Bütün tropikal yağmur ormanları çok önemli karbon yutakları. Ormanlar tarafından tutulan yıllık karbon oranında büyük bir paya sahip. Gerek Amazonlar’da gerek Afrika’daki tropikal yağmur ormanlarında ciddi bir azalma var. Dünya genelinde orman alanları zaten azalıyor. Son rakamlara baktığımızda, ki bu 20102015 aralığı, dünya genelinde her yıl 3.3 milyon hektar ormanın yok olduğunu görüyoruz. Bu küresel ölçekte bir değerlendirme. Tropikal orman yağmurları özelinde ise 5 milyon hektarın üzerinde bir azalma var. Trakya’nın iki katı büyüklüğünde bir alandan bahsediyoruz. Azalıyor çünkü çok büyük bir baskı var. Tropikal oduna talep çok fazla. Tropikal yağmur ormanları kuşağındaki ülkeler ekonomik anlamda görece geri kalmış ülkeler olduğu için değerli ağaçları paraya dönüştürüyorlar. Bir diğer nedense orman alanlarını tarım alanlarına dönüştürmek. Ormanlar; kahve plantasyonları, palmiye ağaçlandırmaları, Brezilya’da olduğu gibi hayvancılık nedeniyle büyük tehdit altında. Şöyle bir rakam vereyim. Tropikal yağmur ormanlarında ortalama olarak bir hektarda yıllık 120 ton civarında karbon depolanmış durumda. Bir o kadar da topraklarda var. Siz bir hektarlık orman alanını kestiğiniz zaman 120 ton civarı karbonu ağaçlardan, 120 tonu da topraklardan kaybediyorsunuz. Bunu da karbondioksite çevirirsek bir hektar tropikal yağmur ormanı kestiğinizde 1000 tona yakın bir karbondioksit emisyonu atmosfere gidiyor. Aynı zamanda o ormanın her yıl tutacağı karbonu da engellemiş oluyorsunuz. Uzun vadede etkiler katlanarak artıyor. Gözden kaçan bir noktaya daha değinmek istiyorum. Küresel ısınma için hep fosil yakıtları suçluyoruz. Büyük ölçüde de doğru bu suçlama. Ancak IPCC raporlarına göre sanayi devriminden bu yana atmosfere verilen kümülatif seragazı salımlarının üçte ikisi fosil yakıtlardan, üçte biri ise ormansızlaştırma ve arazi kullanımı değişikliklerinden kaynaklanıyor. Önceden ormansızlaştırma ve arazi kullanımı değişikliklerinin oranı daha fazlaydı. Ancak 70’lerden sonra fosil yakıt tüketimi hızla yükseldiği için bu oranlar değişti. Ormansızlaşma ve arazi kullanım değişikliğinin seragazı salımlarına katkısı çok arka planda kalıyor.

Tropikal yağmur ormanları ve diğer tüm ormanlar şu açıdan da önemli. Bazı devrilme noktaları var. Ormanları hızlı bir şekilde kaybedersek seragazı artışları nerede duracak bilmiyoruz. Hem insanın baskısıyla orman alanlarının azalması, hem değişen iklim şartlarıyla orman yangınlarının çok hızlı şekilde büyümesi ve şiddetlenmesiyle birlikte, kritik orman alanlarını kaybedersek 3 veya 4 derece artışlara çok kısa bir sürede çıkabiliriz. O nedenle bilim insanları 1,5 ve 2 derece hedeflerine çok dikkat çekiyorlar. O nokta geçildikten sonra doğanın buna nasıl tepki vereceğini bilmiyoruz.

Özellikle Avustralya’daki yangınlar bir anda ilgiyi orman yangınlarına çekti. Yapılan bir araştırma yangınların insanları direkt etkilediğini ve bu nedenle iklim değişikliğinin yangınlarla olan ilişkisinin daha çok konuşulduğunu ortaya koydu. Geçtiğimiz yıl İzmir’deki yangınlarda veya benzer yangınlarda ise iklim değişikliğinin adı neredeyse hiç geçmedi. Buna dair Türkiye’de yapılan akademik çalışma sayısı da fazla değil. Siz neler söylemek istersiniz?

Türkiye’de iklim değişikliği ve yangınlar arasında bilimsel çalışma yapmak çok zor çünkü sağlıklı veri yok. Meteorolojik istasyonlarımızın büyük bir çoğunluğu kentlerin içerisinde. Dağlık alanlarda meteorolojik istasyon yok ya da çok az. Ancak son 10 yıldır istasyonlar yaygınlaşmaya başladı. Dolayısıyla bilimsel veri üretemiyoruz. Meteorolojik koşullar ile orman yangınları arasında çok sıkı bir ilişki var. İklim krizi doğrudan doğruya orman yangınının çıkmasına etki etmez ancak yangın riskini çok yükseltir.

Ormanda yangın çıkması için üç şey gerekiyor. Birincisi yanıcı madde dediğimiz kuru dal veya yaprak. İkincisi oksijen, hava olması ve son olarak ateş.

Bu üçü bir araya geldiği an hemen yangın çıkabilir. Bunlardan havayı hiçbir yerde engelleyemiyorsunuz. Müdahale edebileceğiniz şeyler ateş, kıvılcım ve yanıcı madde. İklim krizi burada yanıcı maddeyi, yani ormandaki kuru maddeyi artırıyor. İklim krizi ile özellikle Akdeniz coğrafyasında kuraklık bekleniyor ki, zaten bunu yaşıyoruz. Hem havadaki nemin düşmesi hem de buharlaşma nedeniyle toprağın kuruması sonucunda bitkiler yeterince suya ulaşamıyor ve bu nedenle su dengesini sağlamak için zamanından önce yapraklarını dökmeye başlıyor. O yapraklar sonbahardan önce dökülmeye başlarsa toprak üzerinde yanmaya çok müsait bir tabaka oluşuyor Ağaçlar zamanla kuruyabilir. O da yanıcı madde yükünü artırıyor ve risk yükseliyor. Eğer iklim krizi meteorolojik koşulları değiştirirse, örneğin yıldırımlı hava olaylarında artışlar meydana gelirse yangın riski de artar.

Son zamanlarda bu tür yangınların şiddetlenmesinde insan ve orman etkileşiminin çok fazla olması bir etken. İnsan nüfusu arttıkça orman içine giren insan sayısı da artıyor. Orada çıkacak bir kıvılcım, orman içerisinden giden bir yolu kullanan aracın egzozu çok büyük bir yangın başlatabilir. Baktığınızda bu yangınların kaynağının %90’ı insan. Türkiye’de çoğu orman yangınında şunu görüyoruz. Ormanla tarım alanları, bahçeler iç içe. En son Aralık ayındaydı yanılmıyorsam, Karadeniz bölgesinde 60’a yakın yangın çıkmıştı. Bunun büyük çoğunluğu bahçe temizliğinden çıktı. Kış gelmiş, bahara hazırlık yapılacak. Ağaçlar budanıyor. Sonra bunlar böcek yapmasın veya yer kaplamasın diye yakılıyor. Bu sırada ateşi kontrol edemezsen ormana sıçrayabiliyor. Ormanda patlamaya hazır yanıcı madde yükü çok fazla. O kıvılcımla çok hızlı şekilde yangınlar büyüyebiliyor. İklim krizinin en büyük riski burada. Yanıcı madde yükünü artırıyor. Yangın, iklim krizinin tetiklediği şiddetli rüzgarlarla çok daha geniş alanlara da yayılabiliyor.

Avustralya’da gördüğümüz olay da bu. Aşırı kuraklıktan çıkan orman yangınları hızlı bir şekilde yayıldı. Orman yangınlarının doğası gereği kıvılcımlar da rüzgarlarla geniş alanlara yayılabiliyor. Bir de iklim kriziyle birlikte yangınların çıkış zamanları değişmeye başlıyor. Türkiye’de yangın sezonu 1 Mayıs ve 1 Kasım tarihleri arasında. Yangınla mücadele etmek için Orman Genel Müdürlüğü hazırlanıyor ve belirli önlemler alıyor. Helikopterler kiralanıyor. Ormanlardaki yangın gözetleme kuleleri kış aylarında boştur. Ancak sezonda 24 saat görevliler bulunuyor. Ama yangın sezonu ısınmayla birlikte değişmeye başladı. Yangınların ne zaman çıkacağı belli değil. Yapmamız gereken, bu önlemleri bütün bir yıla yaymak. Bunlarla birlikte yangın söndürme odaklı politikalarda iklim değişikliğini dikkate alan, insanları bilinçlendirecek, koruyucu hekimlikte olduğu gibi, yangın çıkmasını engelleyecek çözümler aramamız gerekiyor. Kritik zamanları biliyoruz. Meteorolojik koşulları, ormandaki ağaç türleri gibi yanıcı madde yükünü değerlendiren göstergelerle orman yangını çıkma riski olan tarihleri, durumları belirleyebiliyorsunuz. Risk yükseliyor. Bunları takip edip, orman yangını riski olan dönemlerde insanlara önceden uyarı yapmak gerekiyor.

Anlattıklarınızdan aslında alınabilecek çokça önlem olduğunu görüyoruz. Bazen yapılabilecek hiçbir şey yokmuş gibi bir hava esiyor çünkü… Bunu biraz bizim insanın doğasına bağlıyorum. Çözümü kendimizde değil de başkasında arıyoruz ya da devletten bekliyoruz. Geçen yaz “Ege ve Akdeniz’de çok yangın çıkıyor, orada niye kızılçam dikiyoruz” dendi. Başka türler dikelim diyenler oldu. İklim kriziyle mücadelede ya da iklim krizinin etkilerine karşı uyum kapsamında yapılacak ormancılık faaliyetlerinden birisi de mümkün olduğunca doğal türlerle orman kurmak. Ege ve Akdeniz’de doğal ormanların büyük bir çoğunluğu zaten kızılçam ormanı. Türkiye’de geçmişte bazı örnekler var. Mesela Trakya’da meşe ormanları karaçam, kızılçam gibi çamlarla ağaçlandırıldı. Ama Ege ve Akdeniz’de bunun sayısı çok az. Ege ve Akdeniz’de zaten ağırlıklı olarak kızılçam ormanları var. Şimdi siz kızılçamı kesip yerine meşe getiremezsiniz. Bu çok zor. Birkaç yüzyıl sürecek bir çalışma. Sonuçlarını göremezsiniz. Orada kızılçamı kesip, kışın yaprağını döken meşe gibi türleri getirmeye kalktığınız zaman doğanın buna nasıl tepki vereceğini bilemiyorsunuz.

Çeşitlendirme mümkün diyebilir miyiz? Monokültürün riski her pozisyonda artırdığına dair bir bilgi de var… Çeşitlendirmeye çalışıyorlar tabii. Genellikle yol kenarları ya da dere yataklarında, suyun olduğu yerde yapraklı türler biraz daha fazla olur. Oralarda korumaya çalışıyorlar. Monokültürün ve tür değişikliğinin etkilerine dair örnekler de var. Mesela Trakya’da az önce söylediğim meşe ormanının yerine kızılçam dikilmesi. 198586’da aşırı bir don olayı oldu. Trakya’daki minimum hava sıcaklığı 17’lere düştü ve kızılçamların hepsi dondu. Dayanamadılar ama donan ağaçlar da 5060 yaşındaydı. Sonrasında bizim meslektaşlar karaçam türüyle ağaçlandırma yaptı. Son birkaç senedir de nedenini çözemediğimiz bir şekilde Trakya’da, özellikle Kırklareli ve Edirne’deki karaçam ağaçlandırmaları kuruyor. Kısmen Çanakkale’de de var. Bir sürü neden olabilir. Üzerinde durduğumuz nedenlerden bir tanesi de iklim krizi. İklim krizine bağlı olarak değişen yağış ve sıcaklık, buharlaşma.

İklim krizi olağan şüpheli olarak karşımıza çıkıyor o halde…


Evet, ancak dediğim gibi bir sürü sebebi olabilir. Örneğin yanlış orijin olabilir. Şöyle açıklayayım Trakya daha karasal iklime sahip, daha kurak. Örneğin Balıkesir gibi nemli bir bölgeden karaçam tohumlarını alıp onlarla ağaçlandırdıysanız, Trakya’da, bu nemli bölge karaçamları tutmamış olabilir. Genetik çeşitlilik de çok önemli. İklim kriziyle bağdaştıracaksak buna da dikkat etmek gerekiyor. Farklı ekolojik koşullarda yetişen ağaç türlerinin genetik çeşitliliği fazla. Örneğin İç Anadolu’da o kurak ve soğuk iklimlere sokulan ağaç türleri çok değerli. Gelecekte, kuraklığa dayanabildikleri için onlar ön plana çıkacaklar.

Ormancılık alanında da iklim krizine karşı bir yaklaşım ve planlama ihtiyacı öne çıkıyor. Bu alandaki uyum konularında çalışmaları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok fazla olmadığını söyleyebilirim. Çünkü iklim krizinde 50, 60 yıllık bir dönemden bahsediyoruz. Ormancılık da çok geniş vizyonlu olması gereken, uzun yıllar sonrasını düşünmeniz gereken bir disiplin. En hızlı gelişen bir türle ormanlaştırma çalışması yapsak bile 2025 yıl sürüyor. Bunun olgun çağına gelmesi 5060 yılı buluyor. Dolayısıyla bir yerde ağaç türünü değiştirelim dediğiniz zaman 100 yıllık, 150 yıllık bir karar vermiş oluyorsunuz. Bu kadar uzun bir zamandan bahsediyoruz ama iklim krizi daha dar bir çerçeveye sahip. Onun için ormancılığa dair iklim kriziyle uyum çalışmalarında ormanların doğallığını korumak ve doğal ormanları geliştirmek en büyük önlem. Çünkü risk daha az.

Doğal ormanların korunması haricinde ormanların parçalanmasının önlenmesi de çok önemli. Bir ormanın ortasından dikenli tel bile geçirmek ormanın parçalanmasına neden olur. Özellikle yaban hayatının hareketini engelliyorsun. Eğer parçalanmış olan ormanlar, ekosistemler varsa bunları birbirine koridorla bağlamak gibi önlemler alınmalı ancak bu önlemlerin maalesef alınmadığını görüyoruz. Neden derseniz daha genel olarak iklim kriziyle mücadelede Türkiye’de gördüğüm şu: Çok uzun vadeli stratejiler yapılıyor ama bu uzun vadeli stratejiler yapılırken özellikle karar vericiler beş yıllık periyotlar halinde karar veriyorlar. Niye beş yıllık? Bir sonraki seçime kadar. Hep seçim odaklı mekanizmalar düşünülüyor. 2050 yılında kuraklık olacakmış dediğinizde ona yönelik bir yatırım yaparsanız bunun karşılığını kısa dönemde göremeyebilirsiniz. Bu nedenle planlar kısa vadeli stratejiler haline geliyor. Kamuda çalışanlar da öyle. Örneğin kamuda çalışan bir orman mühendisi veya bir yetkilinin beklentisi var. Nasıl yükselecek meslekte? Yaptığı başarılı faaliyetlerle. Peki şu anda neyle ölçülüyor o başarı? Bir, ne kadar alana ağaç diktin. İki, ne kadar odun kestin, ürettin ve gelir ettin. Başarı kriterleri bunlar. Böyle bir başarı kriteri olduğunda “Ormanları korudum, iklim kriziyle mücadele ettim, genetik çeşitliliği korudum, ekolojik koridorlar oluşturdum” dediğinde mesleki basamakları hızlı bir şekilde çıkamazsın. Dolayısıyla karar vericilerin bunları ön plana alması gerekiyor üst çerçevede.

Başarı kriterlerinin bu master plana göre olması gerekiyor ama bu bütün sektörler için geçerli. Baktığın zaman iklim değişikliği ile ilgili farklı bakanlıkların eylem planları var. Hatta şu anda revize ediliyorlar. Sorun bunların planda kalması, uygulamaya geçirilmemesi. Dolayısıyla yapılacaklar belli Planların uygulayıcılara inmesi, uygulayıcıların önceliğinin de iklim kriziyle mücadele olması.

Bu koruyucu önlemlerin aciliyeti de var. 2030 ve 2050 hedefleri çerçevesinde çok hızlı eyleme geçmemiz gerekiyor. 2030 hedefi için geç kalmışa benziyoruz. Bahsi geçen planları da hızla uygulamaya geçirirsek 2050 hedefi için büyük bir katkı verebiliriz. Ancak hâlâ en temel haklar için mücadele etmeye zorlanıyoruz…


Burada ekonomi mi, ekoloji mi ikilemine giriyoruz. Örneğin madencilik faaliyetleri, 2004’te değişen maden yasası ile birlikte çok hızlı bir şekilde gelişti. Özellikle taş ocakları ve mermer ocakları tarzındaki madencilik faaliyetleri hızlı bir şekilde arttı. Mesela Antalya’da mermeri dağdan olduğu gibi çıkartıp limana indiriyorlar. Çinlilerle ortaklar çoğunlukla. Hiç işlemeden ihraç ediyorlar. Dolayısıyla katma değeri de çok düşük. Bu şekildeki madencilik faaliyetlerinin para kazanması da kolay. Kesiyorsun, satıyorsun. Baktığınızda 45 milyar dolarlara varan bir gelir getirmeye başladı. Maliyeti de yok denecek kadar az. Ormana çeşitli bedeller ödeniyor ama çok büyük maliyeti yok. Böyle olunca çok ciddi bir madenci lobisi ortaya çıktı. Ciddi baskı yapıyorlar. Siyasi parti ayırmadan bunu yapıyorlar ve bütün ormanlar resmen delik deşik oldu. Hemen hemen her köyde taş ocağı ile ilgili bir şikayet var. 2004’te maden yasası değiştikten sonraki verilere baktığımızda yaklaşık 120.000 hektarlık orman alanının madencilik faaliyetlerine açıldığını görüyoruz. Tarım ve mera alanlarını dahil edersek bu rakam daha da artıyor. Bir de enerji girdi işin içine. Yenilenebilir olduğu sorgulanan HES ve JES’lere nükleeri de ekleyelim. Enerji ihtiyacımız var gerekçeleriyle, madenciliğe verilene yakın bir alan enerji yatırımlarına ayrıldı.

Mersin’deki nükleer santral orman alanlarının üzerinde yapıldı. İğneada’ya yapılacaksa yine orman alanının içinde. Karadeniz’deki HES’lerin özellikle elektrik nakil hatları ormanı inanılmaz parçalıyor. Ormanda elektrik nakil hatlarının olması aynı zamanda orman yangınlarına sebep oluyor. Hem geçen yaz Ege ve Akdeniz’de çıkan yangınlarda hem Aralık ayında Karadeniz’de çıkan yangınlarda elektrik nakil hatlarının birbirine sürtmesinden çıkan kıvılcımları hesaba katmalıyız ama ne yazık ki gündeme hiç gelmiyor.

Taşı çıkartıp üzerindeki ormanı ağaca indirgiyoruz. Madeni çıkarttıktan sonra biz buraya şu kadar ağaç dikeceğiz diyorlar. Bu çok doğru değil. Yapılmış örnekleri görüyoruz, daha doğrusu yapılmamış örnekleri görüyoruz. Bu uygulamaların çok başarılı olmadığını biliyoruz.

Bir de genelde böyle durumlarda şirketler bölgenin eski haline getirileceğinden bahsediyorlar. Bu ne kadar mümkün? Bu kapsamda bir de eko sistem hizmetlerinin ücretlendirilmesi de tartışılıyor…


Hiçbir zaman eski haline dönmesi mümkün değil. Kaz Dağları özelinde, bir toplantıda bir altın madencisiyle konuştuk. Oradaki bir ton cevherde yaklaşık 0,75 gram altın vardı. Bunun çok düşük olduğunu, bu kadar altın için Kaz Dağları’ndaki ormanların yok edilmesinin olumsuzluğunu anlattım. Bir çeyrek altın için yaklaşık beş ton taş ve cevherin kaldırılması, kazınması, iki ton cevherin siyanürle işlenmesi gerekiyor. Bana “Hocam şu an madencilikte bir tonda 0,3 gram bile yetiyor, biz kâr ediyoruz” dedi. Bu hesaba oradaki doğanın maliyetini katıyor musunuz diye sorduğumdaysa, öylece kaldı. Orman için ödediği izin bedelleri, ağaçlandırma bedelleri gibi maliyetlere bakıyorlar sadece. Ama orada yok olan bir kuşun, bir canlının değerini hesaba katmıyorlar.

Her ne kadar Türkiye’de çokça tartışılmasa da ekosistem hizmetlerinin ücretlendirilmesi dünyada konuşuluyor. Türkiye’de de bunu söylüyoruz. Örneğin Murat Dağı’nda da bir altın madeni işi vardı. ÇED raporunu dava ettiler ve rapor iptal edildi. Altın madeninin fayda maliyet analizinde ekosistem hizmetlerinin dahil edilmediğini yazdı bilirkişi. Mahkemenin iptal kararında bu da etkili oldu.

Ücretlendirmeyi tartışan, itiraz edenler de var. Bunun kapitalist bir şey olduğu, doğaya fiyat biçilemeyeceği gibi savlar mevcut. Buna da saygı duyuyorum. Ancak madenciliği yasaklayamayız. O zaman ne arabaya binebiliriz ne saat kullanabiliriz. İçinde metal olan hiçbir şeyi kullanmamamız lazım. Bu da mümkün değil. O yüzden bir dengeyi bulabilmemiz gerekiyor. Örneğin, Kaz Dağları’nda galeri madenciliği yapılabilir miydi? Ya da belli tenörlerin, yani cevherdeğerli maden oranının altında olduğunda çıkartmayalım denilebilir. Belki 50 yıl sonra madencilik daha da gelişecek, siyanürden vazgeçilecek, başka şeyler olacak. Belki o zaman çıkarmak daha mantıklı olur.

“Türkiye Yeni Bir İklim Rejimine Girdi”

İklim krizi her sektörü etkileyeceği gibi madenciliği de etkileyecek ancak aşırı şiddetli yağışlarla siyanür havuzlarının taşıp taşmayacağı hiçbir raporda yok. Bu gibi riskler ÇED raporlarında yer almıyor. Bütün bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Belediyelerin altyapı çalışmalarından madenciliğe, kıyı dolgusundan havaalanlarına kadar bütün bu planlamalarda sanki iklim hiç değişmeyecekmiş gibi hareket ediyoruz. Sellere karşı son 50 yıldaki yağışlara göre planlamalar yapılıyor. Halbuki bunların hepsi çöp oldu. Türkiye yeni bir iklim rejimine girdi. O nedenle bütün atacağımız adımlarda gelecek yönelik sağlam projeksiyonlar yapmamız lazım. En kötü senaryolar üzerinden hazırlanmak gerekiyor. Maliyetler artacaktır. Ancak can kaybının maliyeti olmaz.

“Karar Vericiler İklim Değişikliğini Göz Ardı Ediyorlar”

Maalesef iklim krizine dair azaltım ve uyum konuları kamuda ve insanlarda karşılık bulmuyor. Örneğin Kanal İstanbul’u, 3. Köprü ve yeni havaalanı projeleriyle birlikte değerlendirirsek en az 10.000 hektarlık ormanlık alan yok oldu. Bunun seragazı salımlarına katkısı hiç konuşulmadı. Ama İngiltere’de, Londra, Heathrow Havaalanı’ndaki kapasite artışına temyiz mahkemesi karşı çıktı. Mahkeme, ülkenin seragazı azaltımları konusundaki taahhütlerini hatırlattı ve kapasite artışı gerçekleşirse bu azaltımın gerçekleştirilemeyeceğini belirtti. Bizde bu bilinç oluşmadı. STK’larbu konuyu ön plana çıkarmıyorlar. Karar vericiler de iklim değişikliğini göz ardı ediyorlar.