;
Politika

“İklim Krizine Karşı Yeşil Politika Önerenlerin İvme Kazanacağı Bir Döneme Giriyoruz”

İVME Hareketi ve FES Türkiye Temsilciliği işbirliği içinde hazırlanan ve Gökçe Şencan, Dr. Fırat Akova, Anıl Kemal Aktaş’ın kaleme aldığı “İklim Krizine Karşı Yeşil Adil Dönüşüm: Türkiye İçin Politika Önerileri” adlı rapor, iklim krizine karşı Türkiye’nin gerekli politika araçlarını nasıl geliştirebileceğini ve bu krize en kapsamlı bir şekilde nasıl cevap verilebileceğini tartışıyor.

Öncelikle Yeşil Adil Dönüşüm ile başlayalım. İvme Hareketi nasıl bir adil dönüşüm tanımı yapıyor?

İVME’nin tahayyülü aslında bu rapordan beslenen ama elbette daha farklı bir politik pozisyona da sahip. Sonuçta bu yazılan rapor biraz da Türkiye’deki gerçekliği ortaya koyup siyasi tavrının yanında analiz edilecek noktalara genel anlamda uygulanabilir politika önerileri getirmeyi amaçladı.

İVME kendisini sosyal demokrasi ile demokratik sosyalizm arasında tanımlıyor. İVME’nin genel pozisyonu halihazırdaki ekonomik düzenin doğanın bütün unsurlarını hiper sömürüye maruz bıraktığını ve aslında eşitsizliğin ve ekolojik yıkımın kökenlerinin aynı yerden geldiğini iddia ediyor. İklim krizinin tarihsel bir birikimle gelirken doğayı da insanı da sömüren ve sorunların birincil sorumlusu olarak mega-şirketler, sermayedarlar ve buna göz yuman hükümetleri tespit ediyor. Türkiye’de ve bütün dünyada yaşanması gereken dönüşümün ekolojik, eşitlikçi ve hak temelli olması gerektiğini savunuyor.

İklim ve ekoloji krizi ile birlikte teknolojinin merkeze kaydığı üretim ilişkilerinde kabiliyet, adaptasyon ve dönüşüme bakmamız gerekiyor. Bir kere ekolojiye doğru bakan ekonomik dönüşümde yeni kabiliyetler kazanıyor olacağımızı, yeni bir eko-sisteme adapte olacağımızı ve nihayetinde refah olgusunun içeriğinden makro ve mikro ekonomik temellerin hepsine dair yeni olgular öne çıkacak. Burada mesela ekonomi aslında yeni gelişen biraz da mecburi geliştirilen yaşamsal kapasitelerin de etrafında gelişecek. Yani halihazırda kâr odaklı bir sermaye birikimi, yaşamın bütün unsurlarını bu zeminde kullanan bir ekonomi politik var. Ancak böylesine bir sömürü ilişkisinin kaçınılmaz sonucu olarak yeni yaşamsal kapasiteleri geliştirmemiz ana odak olmaya başlayacak. Burada bildiğimiz iş kolları da dönüşecek. Böyle bir durumda önce daha geleneksel kapitalizm içerisinde yeni istihdam alanları görürken ilerleyen dönemde var olan modelin de yerini alacak belki gönüllü bir vazgeçişe bağlı olarak belki zorunlu bir mütevazilikle hayatlarımızı idame ettirmemiz gereken yaşamın özünün temel olduğu bir ekonomik hayat oluşacak.

Krizlerin önümüzdeki dönemin gerçeği olacağı tahmininde bulunuyor İVME ve bu anlamnda teknolojik projeksiyonlarla desteklenen yeni bir planlama döneminde ekoloji ve iklim krizine karşı kamusal bir kapasiteye ihtiyaç olduğunu düşünüyor.

Yeşil Adil Dönüşüm şemsiyesi altında entegre edebilecek Yeşil Kalkınma, Yeşil Adalet ve Yeşil Diplomasi gibi kapsamlı önerilerin bulunduğu başlıklar sunuyorsunuz. Hangi ihtiyaçlar doğrultusunda bu başlıkları belirlediniz ve bunlar nasıl bir gelecek tasarısında bulunuyorlar?

Bakış açımızı temellendiren durum ekoloji ve iklim krizine karşı verilecek cevabın bu sorunun yapısal gerçekliğine dair. Ekoloji ve iklim krizinin iç içe geçmişliği ve birbirini tetikleyen olguların, mesela iklimdeki bozulmanın çevresel unsurları etkilemesi gibi, varlığı bizim de politika önerilerimizin birbiriyle konuşan ve entegre alanlar olması gerektini gösterdi. Yani sizin kalkınma planlaması sırasında teknolojik kapasiteyi geliştirecek aktörlere kirletenin hukuki sorumluluğu ilkesi üzerinden yaklaşmazsanız varılabilecek bir mesafe de kalmamış oluyor. Zaten çok kırılgan, sürekli yeniden ölçülerek güncel bir stratejiyle ilerlemeniz gereken bir durum var: Refahı tabana yayarken yaşamın devamlı kılabilmek, ekolojik kımayeti engellemek ve bu esnada toplumun sizinle birlikte adil davranış kodları ile birlikte hareket edebilmesi. Yeni bir kalkınma derken bildiğimiz ve anladığımız refahın ötesinde bir şeye denk gelebilecek bir durum olacak ileride.

Burada o zaman hukuka bakış açımızı da geliştireceğiz. Ve bu iki alan birbirini besliyor ve olacak. Bununla da bitmiyor elbette çünkü ekoloji ve iklim krizi herkesi ve her şeyi ilgilendiren bir sorun. Sınır aşıyor, uluslarararsı bir toplu pozisyon almayı, hareketi gerektiriyor. Burada da yeşil diplomasi devreye giriyor. Küresel bir dayanışmanın, küresel bir anlayış değişikliğinin yolu bunun bütün dünyada anlatılabiliyor, harekete geçilebiliyor olmasından geçiyor. Küresel diplomasi ile bir kere uluslararası hukukun başka bir caydırıcılık, karşılıklı kontrol edilebilirlik ve öngörülebilirliğe dair platform yaratması gerekiyor. Yani daha önceki örneklerinde olduğu gibi sadece uluslararası oyuncuların birbirlerinin hamlelerini ölçmelerinden öte farklı zaman aralıklarında maruz kalacakları aynı problemlere dair kapasitelerini paylaşabiliyor olmaları gerekiyor.

Raporda doğalgazdan çıkış tarihi, kömüre göre daha geç belirlenmiş ve yenilenebilire bir geçiş kaynağı pozisyonu bulunuyor. Avrupa Birliği’nde de şu an benzer bir tartışma yaşanıyor. Ancak IEA da dahil olmak üzere enerji kuruluşları 2050’de sıfır emisyon hedefine ulaşmak için gaz talebini frenleyecek daha güçlü politikaların uygulanması gerekliliğini vurguluyor. Türkiye’nin doğalgazı bir geçiş yakıtı olarak kullanması gerekli mi? Başka bir yol izleyemez mi?

Öncelikle şunu düzeltelim, biz doğalgazı geçiş kaynağı olarak sunmadık. 2035’e kadar doğalgaz santrallarının kapatılması gerektiğini raporda belirttik. Sanırız sormak istediğiniz kömür santrallarının 2030’a kadar kapatılması gerektiğini söylerken doğalgaza niye 5 sene daha verdiğimiz. Sebebi şu. İdeal bir dünyada, iklim için en doğru karar tüm fosil yakıt santrallarını yarın kapatmak olur. Fakat maalesef ideal bir dünyada yaşamıyoruz ve iklim politikalarının kamuoyu tarafından uzun vadede desteklenmesi için halkın ihtiyaçlarının da göz önüne alınması gerekli, buna enerji güvenliği de dahil. Akşam televizyon izlerken elektriğin şak diye gittiği bir ülkede yaşamak ideal değil. Bu durumun yaşanmaması ve elektrik şebekemizin fosil yakıtlardan temizlenmesi için de planlama yapılması gerekiyor. Bu noktadan sonra yeni doğalgaz veya kömür santralları kesinlikle kurulmamalı zaten. Var olanların hızlıca kapatılması için de güneş ve rüzgar gücünün şebekedeki payının hızla büyümesi, enerji depolama teknolojilerinin kurulması gerekiyor, fakat şu an iki yenilenebilir enerji kaynağının da büyüme hızı bunu başarabilmek için yeterli değil. Bu büyümenin hızlanacağını düşünüyoruz ve hızlandırılması gerektiğini öneriyoruz, fakat o zamana kadar elimiz kolumuz bağlı oturamayız. Bu sebeple fosil yakıt santrallarının kapanmasını planlamaya başlamamız lazım.

Burada bir gerilim var. Bir taraftan fosil yakıt santrallarını kapatmamız gerekiyor, diğer taraftan yerlerine koyabileceğimiz ve artan enerji talebini karşılayabileceğimiz kapasite henüz kurulmadı. Bu gerilimi nasıl çözebiliriz? Bir çözüm, fosil yakıt santrallarını en çok kirletenden en az kirletene kadar sıralayarak yenilenebilir enerji kurulumu arttıkça bu santrallardan elektrik almayı bırakmak, kapatabildiğimizi kapatmak olabilir. Böyle bir listelemede de kömür öncelikli olur, doğalgaz daha geride kalır. Bu, biz doğalgaz yatırımlarını arttıralım demek değil, zaten 2035’e kadar kapatılmaları gerektiğini söylüyoruz.

Başka bir yol, tüketici tarafında enerji verimliliğini artırmak ve kişi başına düşen enerji ihtiyacını azaltmaya çalışmak olabilir fakat bunun uygulanmasında da zorluklar var. Üstüne, bizim evimizdeki kombilerden arabamıza kadar tüm donanımlarımızın elektrikleşmesi yönünde de önerilerimiz var. Bunlar kişi başına düşen elektrik talebini artıracak. Bu sebeple bu rota daha zorlayıcı, iklimle mücadele yükümlülüğünü kurumlardan alıp bireylerin üstüne yıkıyor. Bu da adil bir durum değil.

Türkiye’nin halihazırdaki anayasası ile iklim krizine cevap verme kapasitesi yeterli mi? Hangi alanlarda eksiklikler var? Ve eğer yeterli değilse nasıl bir anayasaya ihtiyacımız bulunuyor?

İklim ve ekoloji krizinin geldiği noktada sorumluluğun nasıl dağıtılması gerektiğine dair genel bir tartışma sürüyor. Bütün dünyada süren tartışmanın özü bireysel sorumluluk ile çerçevelendirilerek bir “yeşil badana” yapılması yöntemi ile sermaye gruplarının uzun yıllara dayanan izini silmeye dönük bir hamle olduğuna dönük. Her ne kadar doğayı kirleten bütün aktörlerin sorumluluklarını kendi payları oranında yüklenmeleri gerektiği gerçekliğini biliyor olsak bile devasalar projeler ile geri dönüşü olmayan ekolojik yıkımlara sebebiyet veren asıl sorumluların kendi paylarına düşeni üstleniyor olmaları en acil gündem maddesi olarak önümüzde duruyor. İnsanın doğa ile olan ilişkisinde de bir örneğini gördüğümüz asimetrik ve sömürücü ekonomi politik gerçekliğin ekoloji ve iklim sorunlarının ana sebebi olduğu inkâr edilemez.

Bütün dünyada demokratik alanın erozyonunun kaynağı olan şey siyasiler, bürokratlar ve sermaye grupları arasında kurulan ittifak oldu. Bu ittifakın yarattığı kara delikte yurttaşlar haklarını savunabilecek bir zemin bile bulamamaya başladıla ve hukuk önünde erişilmesi zaten zorlu olan eşitlik ilkesinin doğa ve insanlar adına bozulduğunu biliyoruz.

Burada yaratılan durumla birlikte yurttaşlar haklarını savunabilecek bir zemin bile bulamamaya başladılar. İstinailiğe dayandırılan ömürlük özel faaliyet izinleri ile yaşadıkları köye, mahalleye, kasabaya, kentlere dair nelerin değiştireleceğini sorgulayamadılar bile.

Bilgi asimetrisi ile başlayıp yatırım süreçlerinde yasa yapıcıları yönlendiribilecek veya hukukun mekanizmaların içerisine sızabilecek kadar yerleşik ve hakim durumda olan sermaye grupları elbette ekoloji ve iklimin yaşadığı yıkımdaki sorumluluğunu temelden bir tartışma noktası haline getirmiyor.  Neticesinde geriye savunmasız bir doğa ve yine savunma mekanizmalarına erişemeyen ve erişmeye bile vakit bulmadan içinde yaşadığı doğayı kaybeden artık topraksız, susuz, yaşamsız köylüler ve kentliler kalıyor geriye.

Türkiye’deki iklim ve ekoloji gündemi önümüzdeki zaman diliminde borçlanma krizleri ile birlikte gelişecek doğa olayları ile birlikte çok önemli alt yapı yatırımları, emeğin ve demokratik hakların istisnasız savunulması gibi gerçekleri karşımıza çıkaracak. Dönüşecek bir refah anlayışına geçmemiz gerekirken aynı zamanda her geçen gün derinleşen “kurumsal hukuksuzluk” haline karşı da bütün yaşamı savunmamız gerekecek.

Türkiye’deki hukuksuzluk rejimini tanımlarken akademisyenler genel olarak anayasızlık veya anti-hukuk kavramlarına başvuruyor. Ekolojik değişikliklerin hayatlarımıza getireceği değişiklikleri düşünürken hukuksuzluğun ve bir düzenden mahrum geleceğin nerelere varabileceğini tahmin edebiliyoruz. Ekoloji ve hukuk ilişkisine bakarken ilk olarak uğratıldığı tahribatın oranının Türkiye’nin geldiği noktada çok temel bir unsur olduğunu düşündüğümüz bir metine bakalım: Anayasa. Anayasal çerçevede 5. Madde ile devletin amaç ve görevleri içerisinde bulunan “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” bölümü ülkedeki refah, huzur ve mutluluğun sağlanması ile ilişkilidir. Anayasamızın 17. Madddesi yaşam hakkı tanımlanır ve 56. Maddesi ile öngörülen çevre hakkını sağlıklı ve dengeli şekilde geliştirmek, çevrenin sağlığını koruma ve kirletmeme sorumluluğunu hem devletin hem de vatandaşın ödevleri arasında tanımlanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasısı’nın özünde doğayı savunabileceğimiz bir nosyonun var olduğunu iddia edebiliriz. Ancak bütün toplumsal yaşamın, yaşamın dinamiklerinin büyük değişimlere uğrayacağı bir evreye girdiğimizi düşünürsek yeni bir anayasal bakışı tartışabiliyor olmamız da gerekiyor. Böyle yakşaşınca daha önce Bolivya ve Ekvador gibi ülkelerde rastladığımız doğadaki her varlığa eşit yaklaşımı öneren ve yargı yolu ile kamusal kamusal sorumluluğu da bu çerçevede çizen ve doğanın bütün unsurlarını hak öznesi olarak tanımlayan bir anlayışı benimseyebiliriz.

Buradan devam edecek olursak aslında Yargıtay içtihadı ve bazı Danıştay kararlarına baktığımızda aslında gelişmekte olan bir hukuki birikimin taksirli ve kasten kirletme suçu üzerinden oluştuğunu tespit edebiliyoruz. Borçlar Kanunu ve Çevre Kanunu hükümlerince belirlenmiş olan zaman aşımı ilkesinin ekolojik yıkımın önüne geçebilecek ve “kirleten öder” presibini tam fonksiyonel hale getirilebilmesi için kaldırılması yine önerilebilir. Raporumuzda da önerdiğimiz üzere Türkiye örneğinden başlayarak bütün dünyada hem ekolojik etkilerin ölçümünün katmanlı (zaman, mekan ve bilimsel tespitlerdeki değişkenlikler) hali sebebiyle kirletenin kusursuz sorumluluğu presibini tam geçerli kılabilmek için zaman aşımının kaldırılması uygun olacaktır.

İklim krizi ile birlikte emekçi kesimlerin üzerinde çok önemli yükler oluşacak. Çalışanlar yeni hastalıklarla karşı karşıya kalacak. Sigortalar kanunumuz çerçevesinde tanımlanmış olan yıpranma hakkının ekoloji ve iklimdeki etkiler üzeirnden genişletilmesi gerekiyorlmalıdır.

Bütün bu tartışmaların ışığında Türkiye’de anayasa hukuku çatısı altında doğa ile yeni bir sözleşme yapmamız aslında bütün bu hukuki süreçlerin doğrusal bir yönde ilerlemesine öncülük edecektir. Buradan hareketle önce uluslararası hukuka riayet ile sınır aşan bir sorumluluk alınmalı ve örnek olarak Aarhus Sözleşmesi imzalanmalıdır.

Yeşil adaletin bir ayağı da Gelecek Kuşaklar Temsilciliği’nin kurulması. Gelecek Kuşaklar Temsilciliği, gelecek kuşakların haklarını ve çıkarlarını koruyacak biçimde yasamaya yön verecek, yürütmeye rehberlik edecek ve denetleme görevini üstlenen organlara çağrı yapabilecek. Temsilcilik, politikanın veya yasa yapıcıların ihmal ettiği konuları kamuoyunun gündemine acil bir şekilde getirebilecek. İsrail, Macaristan ve Galler’de benzer örnekler var.

Çalışmada İklim Haber’in KONDA ile yaptığı araştırmaya da referans veriliyor ve yeşil politikaların geniş kabul görme potansiyeline sahip olduğu ve yeşil politikalara desteğin çoğu zaman parti çizgilerini aştığı ifade ediliyor. Buradan siyasi partiler için yeni bir söylem alanı açılabileceği de ekleniyor. Aslında Türkiye’de iklim politikalarını “Alanı çok, satanı yok” şeklinde de özetleyebiliriz. Tüm bunları ve genç seçmenleri de göz önünde tutarak politik alanda sizin ileriye yönelik beklentileriniz neler?

İklim krizine karşı yeşil politika önerenlerin ivme kazanacağı bir döneme giriyoruz. Söz konusu dönemin işaretlerini alışılageldik, kimliklere sıkışmış, ömrü tükenmiş politikaların gölgesi altında yeterince izleyemiyor, fark edemiyor olabiliriz. Gelgelelim, iklim krizinin gıda ve enerji fiyatlarında artış yaratması, toprakları verimsizleştirmesi ve kuraklaştırması, kitleleri yoksullaştırması ve göç krizlerine yol açması sonucunda yeşil politikaların öne çıkması aşama aşama değil, büyük olasılıkla bir anda ve dalgalar hâlinde gerçekleşecek. Önümüzdeki zaman diliminde yeşil politikaları içselleştirmiş partilerin Avrupa’dan başlayarak seçimleri silip süpürdükleri, tek başlarına iktidar oldukları veya en azından hükûmete girdikleri bir süreç yaşanabilir. Hiç kuşkusuz ki genç seçmenler bu sürecin lokomotifi olacaklar.