;
Ekonomi Politika

İklim Krizi Dünyanın Sonu mu? Yeni Bir Dünya Düzeni mi?

Bordeaux Montaigne Üniversitesi’nde Çevre Felsefesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Ferhat Taylan, ekoloji ve akademinin arasında tarihsel ve kavramsal bağları, çevre etiğini, “kolapsoloji” ve “survivalism” gibi yeni medyatik akımları, akademinin çevre felsefesi ve sosyolojisi bağlamında neler üzerine çalıştığını anlattı.

Bugün dünyanın her zamankinden daha çok nitelikli bilgiye ihtiyacı var. İnsanlığın sorunlarının çözülmesi için ihtiyaç duyulan bu bilginin üretilmesi gereken en önemli yapılar da elbette ki akademi. Peki bilim camiası bu görevi yeterince yerine getirebiliyor mu sizce?

Akademi ile ekolojik bilinç arasındaki ilişkiler aslında tarihsel olarak sorunlu olagelmiş. Çevre etiğinin kurucusu olarak görülen Aldo Leopold, 1949’da yayınlanan “Land Ethics” (Toprak Etiği) makalesinde tam da bu konuya dikkat çekiyor ve şöyle diyordu: “Toprağın ekolojik anlamına ulaşabilmek için ekolojiyi anlamak gerekir, bu da aslında eğitime bağlanamaz, zira akademinin büyük bölümü bilinçli bir şekilde ekolojik kavramları dışlamaktadır.” Leopold bu saptamasını şuna bağlıyordu:  Modern dünyanın değerleri, özellikle de büyük şehirlerin ve bu şehirlerdeki yaşantının yüceltilmesi üzerine kurulu olduğundan, ortalama modern insan için “toprak”, bu şehirler arasındaki gereksiz ve sıkıcı bir alandan ibaretti. Ekoloji, toprakta yaşayan canlı türleriyle ilgilenmesi itibariyle bu modern ve şehirli değerlerin dışında kalıyordu. Bu anlamda, “ekolojik bilinç” diyebileceğimiz şey, yani insan türünün de dahil olduğu bütün canlı türlerin, ancak başka türler ve biyofizik çevreleriyle kurdukları karşılıklı ilişkiler içerisinde yaşayabileceklerinin bilinci, paradoksal bir biçimde anti-modern bir değerler dünyasına ait olarak görülebilir; paradoksal, çünkü Darwin ve Darwin gibi bu konuya değinmiş doğa bilimcileri aslında bilimsel modernitenin tam kalbinde yer alıyordu. Felsefe ve sosyal bilimler, 18. ve 19. yüzyıllarda istikrarlı bir biçimde doğal ortam ve varlıklar karşısında insana ve insan toplumlarına özgü değerleri, bunların biricikliğini ve üstünlüğünü savundular. Bu açından bakıldığında, Leopold’un 1940’lardaki bu saptamasına çok da şaşırmamak gerekir, zira “akademi” -eğer akademiden kastımız toplumsal yaşama ve dünyada var olma biçimlerine dair üniversitelerde üretilen bilgiyse- esas olarak bu modern değerleri temsil ediyordu.

Peki bu durum bugün ne kadar değişmiştir? Bu soruya küresel bir cevap getirmek çok zor olsa da akademi –en azından felsefe ve sosyal bilimler- içinde bulunduğumuz çok boyutlu ekolojik krizi derinlemesine ele alma konusunda hâlâ pek de becerikli sayılmaz. Sözünü ettiğim ekolojik bilincin karşısındaki değerler hâlâ son derece güçlu   ve akademinin ürettiği eleştirel bilgi bu değerleri sarsabilecek güçte değil.  Yalnız tabii bugünkü Türkiye’den söz ediyorsak, akademinin maruz kaldığı politik baskı ve saldırıların geldiği nokta, akademiyi eleştirmeyi değil savunmayı gerektiriyor. Bağımsız, özgür ve eleştirel düşüncenin üretilip paylaşılamadığı bir ülkede ne ekoloji alanında ne de başka alanlarda bir iyileşme beklenemez.

Çevre felsefesi alanında dünyada ve Türkiye’de hangi çarpıcı araştırmalar var? Genç araştırmacıların ve konuyla ilgilenenlerin, hangi araştırmacıları, akademisyenleri takip etmesini önerirsiniz?

Felsefe içerisinde “çevre” sorunuyla ilgilenilmesi görece yeni bir durum, yukarıda sözünü ettiğim sebeplerle de ilgili. Oysa, ilginç bir biçimde, “çevre” terimiyle karşıladığımız İngilizce environment kavramı aslında bir felsefecinin,  Herbert Spencer’ın İngilizcede kullanıma soktuğu bir kavram. Spencer endüstriyel toplumların kendi yarattıkları çevrelerine, büyük şehirlerdeki yeni yaşama uyum sağlamalarını, insan türünün evriminde ileri bir aşama olarak görüyordu. Bu anlamda 19. yüzyıldan itibaren felsefe ve sosyoloji, insanların kendi ürünü olan “çevreye” veya ortama uyumlarını konu edinmiştir,  fakat diğer canlıların uyum sağlamaları gereken ve giderek daha fazla zarar gören doğal çevreyi genellikle dışarda bırakmıştır. Kabaca söylersek, modern düşünce içerisinde, insani (yapay)  çevre ile doğal (insan ürünü olmayan)  çevre arasındaki bağlar görmezden geliniyordu,  o kadar ki insan türü sanki bu gezegen üzerinde yaşamıyormuş, dünyevi koşullara bağlı değilmiş gibi bir tablo çiziliyordu.  Geçtiğimiz 10-15 yıllık dönemde, iklim krizinin de gündeme gelmesiyle, insan etkinlikleriyle doğal varlıklar arasındaki karşılıklı ilişki yeniden düşünülmeye başlandı diyebiliriz. Felsefe bu konuda aslında diğer alanların gerisinden geldi,  zira çığır açıcı çalışmalar öncelikle çevre tarihi (mesela ABD’de William Cronon) ve antropoloji (mesela Fransa’da Philippe Descola) alanında gelişti. Doğal varlıklarla kurulan ilişkiler konusunda Descola’nın Türkçeye de çevrilen Doğa ve Kültürün Ötesinde  (Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013)  eseri önemli çünkü doğa ve kültür ikiliğinin Batı’daki tarihini anlattığı gibi,  dünyanın birçok başka bölgesindeki insan kolektiflerinin, çevrelerindeki varlıklarla böyle bir ikiliğe başvurmadan ilişki kurduğunu gösteriyor. Yine son dönemdeki yayınlar arasından,  sosyolog Bruno Latour’un İngilizceye Down to Earth başlığıyla çevrilen kitabı ilginç, zira yukarda kısaca değindiğim ekolojik bilinç ve modern değerler arasındaki gerilimi iyi ortaya koyuyor.

Gördüğünüz gibi ilk akla gelen çalışmaların büyük kısmı sosyal bilimler alanına ait. Felsefeye bakıldığı zaman,  Baird Callicott’un çevre etiği konusunda Aldo Leopold’un izini takip eden çalışmaları (In defense of the Land Ethic) okunabilir ama çevre sorununun yalnızca “etik” alanına indirgenmesi oldukça sorunlu bir durum. Descola’nın gösterdiği gibi, insanların doğal varlıklarla kurdukları ilişkiler,  insan toplumlarının dünyada varolma biçimlerini, çevrelerindeki varlıkları tanıma ve kategorilere ayırma biçimlerini ilgilendirdiği için “ontolojik” bir mesele; aynı zamanda da toplumların toprakla ve maddi çevreleriyle ilişkilerini ilgilendiren politik bir mesele.  Bu denli temel ve karmaşık bir ilişkiler ağının, yalnızca bireylerin eylemleri ve sorumlulukları anlamında “etik” alanına sınırlanması şüphesiz indirgemeci bir yaklaşım; felsefeyi diğer alanların gerisinde bırakan da belki bu yaklaşım olmuştur. Son olarak, felsefecilerin bugün hayvanlarla ilişkiler konusunda geliştirdikleri düşüncelerde önemli bir canlılık var, örneğin Baptiste Morizot’nun çalışmaları son derece ilginç  (İng. Çeviri On the Animal Trail).

Kendi çalıştığınız alandan baktığınızda, bu konuda bilgi üretmek isteyenler artıyor mu? Hangi konularda ilgi ve araştırma isteği daha yoğun? Araştırmaların niteliği üzerine yorum yapmak isterseniz, neler söyleyebilirsiniz?

Şüphesiz, bu konudaki çalışmalarda bir artış, hatta bir patlama var. Bütün alanlarda olduğu gibi, revaçtaki konuların bir tür moda yaratması da söz konusu, yani kitap piyasasında, akademi ve sanat dünyasında bir rekabet de mevcut ekolojik çalışmalar konusunda. Bu da oldukça tuhaf, zira 20 sene önce çok az insanın çalıştığı bir alanda şu anda bir bilgi ve yayın patlaması var, bunların arasından hangilerinin kalıcı olabileceğini de elbette zaman gösterecek.  Bugün en medyatik konulardan biri,  adına “kolapsoloji” denilen bir tür bakış açısı: Yani iklim krizine bağlı bir dizi altyapı aksaması neticesinde bildiğimiz anlamdaki toplumsal düzenlerin çökeceği fikri. Örneğin Fransa’da bu konudaki bir kitap 100 binden fazla sattı, ciddi bir ilgi söz konusu.

Bunun bir ileri aşaması “survivalism” denilen hareket: Söz konusu çöküşe kendilerini hazırlayan, sığınaklar inşa edip dünyanın sonunu bekleyen insanlardan söz ediyoruz. Bu akımlar aslında sanıldığı kadar marjinal değil ve haklı oldukları önemli bir nokta var, o da iklim krizinin sonuçlarına ne kadar hazırlıksız olduğumuz. Son günlerde Teksas’ta soğuğa bağlı elektrik kesintilerini, bunu takip eden içme suyu krizini vb. takip edince, iklim krizinin sonuçlarına henüz en zengin ülkelerin bile altyapılarının hazır olmadığını görmek mümkün.  “Kolapsoloji” ve “survivalism” işte buna benzer tespitlerden besleniyor.  Burada sorunlu olan, modernitenin “ilerleme” mitosunun yerine, bunun simetrik zıddı olan bir “çöküş” mitosunu koymaları. Oysa iklim krizi ve ekolojik sorunlara dair biraz okuduğunuz zaman, söz konusu olanın “dünyanın sonu”ndan ziyade “yeni bir dünya düzeni” olduğunu görebilirsiniz. Bu konular yakın gelecekte felsefe ve sosyal bilimler tarafından düşünülmediği sürece, felaket tellallığı ve bireysel kurtuluş arayışlarının önünde ciddi kulvarlar açılacaktır.

Şu anda bu bağlamda hangi konu veya konular üzerine çalışıyorsunuz? Hangi konularda araştırmaya ihtiyaçolduğunu düşünüyorsunuz? Genç akademisyenleri bu alanda nasıl yönlendirmek istersiniz?

Daha önceki çalışmalarım ekoloji tarihi, ortam ve çevre kavramları, felsefe ve sosyal bilimlerin bunları ele alışları üzerineydi. Son dönemde birçok başka araştırmacı gibi ben de “müşterekler”  meselesi üzerine yoğunlaştım,  zira doğal varlıklarla kurduğumuz ilişkiler onlar üzerinde kurduğumuz mülkiyet biçimleriyle doğrudan bağlantılı.  “Müşterek ortamlar” başlıklı bir kitap üzerinde çalışıyorum, çıkış noktası 2017 senesinde Yeni Zelanda’da çıkan bir yasayla Whanganui nehrine ve orada oturan Maori’lere ortak bir hukuki kişilik verilmesi. Bu yasa çerçevesinde nehire zarar verildiği zaman, nehirde oturan insanlar doğrudan zarar görmüş sayılıyorlar, zira aynı hukuki kişiliğe dahiller. Bir yandan da nehir ve civarındaki topraklar üzerinde özel mülkiyet veya kamu mülkiyeti değil, bir ortak kullanım hakkı talep ediyorlar. Burada, insanların haklarının, biyolojik ve fizik çevrelerine doğru genişlemiş olduğu düşünülebilir. Yeni Zelanda coğrafi ve kültürel olarak çok uzak bir örnek olsa da buna benzer girişimler Avrupa’da, Hindistan’da ve başka ülkelerde de mevcut. Bir insan grubuyla biyolojik ve fiziki çevresi hukuki bir bütünlük içerisinde ele alınabilir mi? Bu çevre hukuku için olduğu kadar siyaset felsefesi açısından da ilginç bir soru.  Türkiye’de HES’lere karşı verilen mücadeleler bu konuda önemli bir örnek sunuyor. Nehirlerle köylüler gerçekte iç içeler ama hukuken çok uzaklar, zira insanlar hukuk nezninde birer  “kişi” iken nehirler “şey” konumunda,  korunmaları da devletin insafına kalmış durumda. Ortak bir hukuki statüleri olabilseydi, yani insanların hakları etraflarındaki biyolojik ve fizik çevreyi de kapsayacak bir biçimde genişleyebilseydi, verilen mücadeler güçlenebilir miydi?

Türkiye söz konusu olunca, elbette, “insanların hakları korunamıyorken çevrelerinin hakları nasıl korunacak”  diye düşünmekten insan kendini alamıyor ama hukuk devleti için verilen mücadele bitmiş değil. Dünya çapında çevre hukuku şu anda bu tür yeni arayışlar içerisinde, felsefenin de yapabileceği katkılar var.  Kısaca söylemek gerekirse, doğal varlıkları edilgen birer “şey” statüsünün ötesinde, insan toplumlarının varoluş koşullarını sağlayan ve ekonomik değerin ötesinde değer taşıyan varlıklar olarak görüp onlarla bu bağlamda ilişki kurabilmek konusunda, felsefeden antropolojiye, siyaset biliminden hukuka kadar uzanan bir yelpazede gerçekleştirilen çalışmalar var. Yukarıda sözünü ettiğim “ilerleme” ve “çöküş” mitoslarının dışına çıkarak, toprak ve mülkiyet ilişkilerini soruna dahil ederek, üretim ilişkilerini doğal varlıklar açısından da düşünerek meseleye yaklaşıldığında, son derece geniş çalışma ve eylem alanları açılıyor. Genç akademisyenlere tavsiye verecek kadar yaşlı bir akademisyen sayılmam,  her araştırmacı şüphesiz kendi yolunu tayin eder, bunun olabilmesi için de bağımsız ve özgür bir çalışma ortamı gerekir. Bugünkü koşullarda Türkiye’de akademinin ve her tür ifadenin özgür olabilmesi için dayanışma içinde olmamız gerektiğini düşünüyorum.