;
Bilim

Her Gün Tabağımıza Koyduklarımızla, İklimin ve Gezegenin Geleceğini Belirliyoruz

Lancet dergisi ve Eat Platformu’nun oluşturduğu ve 40’a yakın bilim insanının birlikte gerçekleştirdiği uluslararası bir çalışma, hem küresel ısınmayı durdurmayı amaçlayan hem de daha sağlıklı olan ilk küresel çaplı “gezegen diyeti”ni yayımladı. Bu beslenme biçimi özellikle Avrupa ülkeleri ve Amerika kıtasında kırmızı etin ve şekerin tüketiminde ciddi azaltımlar gerektiriyor, zira hayvansal ürün ağırlıklı beslenme küresel ısınmanın, deniz ve okyanus kirliliğinin oldukça büyük bir kısmından sorumlu tutuluyor.

Haber: Gülce Demirer

Sağlıksız beslenme, dünya çapındaki birçok hastalığın önde gelen nedenlerinden biri. Günümüzde 800 milyon insan aç. Yetersiz beslenenler ve aşırı beslenenler de dahil 3 milyar insan kötü besleniyor, 2 milyar insan obez ve aşırı kilolu. Öte yandan 2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyara ulaşması bekleniyor. Mevcut beslenme alışkanlıkları ise gezegenin ekolojik sınırlarını aşarken insan sağlığını bozuyor. Et ve hayvansal gıdaları tüketmenin oldukça kolay ve yaygın olduğu günümüz beslenme modelini mümkün kılan endüstriyel tarım ve hayvancılık, iklim değişikliğinin en büyük sebeplerinden biri.

Dünyaca ünlü tıbbi bilimler dergisi Lancet’ın bir süre önce yayımladığı bir rapor, bu nüfusu sağlıklı ve sürdürülebilir bir şekilde nasıl beslememiz gerektiğine yanıt arıyor. Lancet tarafından kurulan, gıda ve beslenme konuları üzerine çalışan Eat Platformu’nun bir araya getirdiği komisyonda bulunan bilim insanları tarafından yayımlanan çalışma, sürdürülebilir ve herkese yeten sağlıklı gıda tüketimi için radikal bir beslenme modeli öneriyor.

Araştırmada yer alan isimlerden biri, Stockholm Resilience Centre’dan Profesör Johan Rockström “İnsanlık artık gezegenin istikrarına karşı bir tehdit teşkil ediyor” diyor. Yeni bir tarımsal devrimeihtiyaç duyduğumuzun ve sürdürülebilir bir beslenme adına, refah seviyesi düşük ülkelerin tarımsal verimliliğinin artırılması gerektiğinin altını çiziyor. Küresel ölçekte bu yeni beslenme modeline geçilmesi, kırmızı et ve şeker gibi gıdaların tüketiminin yaklaşık olarak %50 oranında azaltılmasını ve kabuklu yemiş, meyve, sebze ve bakliyat tüketiminin iki kat artırılmasını gerektiriyor.

“Sağlıklı Gezegen Diyeti”

Et tüketimini azaltmak veya vejetaryen, vegan bir beslenmeyi uygulamak sağlık ya da etik sebeplerden ötürü tercih ediliyordu. Ancak gezegenimizin sürdürülebilirliğinin, açlığın ve aşırı ve yetersiz beslenmenin, obezite gibi birçok hastalığın önüne geçmenin koşulu “gezegen diyeti”nden geçiyor. Bu, küresel ölçekte bir diyet ve kısa sürede, kolayca çözülebilecek bir konu değil. Hedeflenene ulaşmak, politikaların uyumlaştırılması ile mümkün. “Gezegen diyeti”, gezegenimiz ve insanlık açısından bir “kazan-kazan” ilişkisi aslında. Bilim insanlarına göre bu beslenme düzeni ile her yıl en az 11 milyon insanı sağlıksız beslenme kaynaklı ölümlerden ve insanlığın varoluşunu mümkün kılan gezegenimizi ve biyoçeşitliliği yok oluşundan kurtarmak mümkün.

Hayvansal Ürünler, İklim Değişikliği ile Doğrudan İlişkili

Yapılan birçok araştırma et ve süt ürünleri tüketiminin iklim değişikliğini doğrudan tetiklediğini gösteriyor. Gıda endüstrisi küresel seragazı emisyonlarının %25’inden; et endüstrisi ise %15’inden sorumlu. Heinrich Böll Vakfı, IATP ve GRAIN tarafından 2017 yılında gerçekleştirilen bir çalışmaya göre, sadece en büyük üç et üreticisinin seragazı emisyon miktarı BP, Shell ve Exxon gibi büyük petrol şirketleriyle neredeyse eşit oranda. Nüfusun 10 milyara ulaşacağı ve refah seviyesinin gittikçe arttığı, dolayısıyla et tüketiminin de refah seviyesiyle doğru orantıda artacağı göz önünde bulundurulduğunda seragazı emisyon oranlarının beslenme biçimimizde bir değişiklik yapmadığımız takdirde azalması pek mümkün gözükmüyor. Haftada 3-5 öğünde et tüketen birinin karbon ayakizi, benzinli bir araçla 6000 kilometre yolculuğa veya İstanbul’dan Milano’ya uçakla beş kere gidip dönmeye, yani yıllık 1.611 kilogram seragazı salımına eş.

Üstelik mesele sadece seragazı emisyon oranlarıyla da sınırlı kalmıyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, mevcut et ve süt ürünleri talebini doyurmak amacıyla et endüstrisi tarımsal arazilerin %80’ini hayvansal yem üretimi için kullanılıyor. Soya ve mısır gibi yem bitkileri toplam ekim alanlarının üçte birinde yetiştirilirken, mera alanları buzsuz karasal yüzeyin %26’sına eşit. Mera ve hayvansal yem üretimi için ormanlık alanlar tahrip ediliyor ve biyoçeşitlilik her geçen gün azalıyor.

Amazon’daki ormansızlaşmanın en büyük sebebi et endüstrisi. Yale Üniversitesi Orman ve Çevre Çalışmaları biriminin yaptığı bir araştırmaya göre Brezilya tek başına 24-25 hektarlık alanı %80’i hayvansal yem olan soya üretimi için kullanıyor.

Tarım sektörü tatlı su kaynaklarının %92’sini kullanıyor; et endüstrisi de bunun üçte birinden sorumlu. Bir kilogram sebze için 322 litre su harcanırken, aynı miktarda et üretimi için 8.000 ila 15.000 litre arası su tüketiliyor. Üstelik sadece su tüketimiyle de kalmıyor, et endüstrisi su kaynaklarını da kirletiyor: Su kaynaklarındaki nitrojen, oksijen oranlarını değiştirirken beraberinde ilaç kalıntısı, metal, hormon gibi atıklarını da getiriyor. FAO’nun verilerine göre mevcut tahıl üretiminin üçte biri hayvansal yem olarak kullanılmak üzere üretiliyor. Yani et üretimindeki su miktarının bu kadar fazla olmasının sebebi etin henüz hayvanken tükettiği tahıldan, kullanılan antibiyotiklerin üretiminden başlayarak tabağımıza kadar geldiği süreci kapsıyor.

Sonuçta etin nasıl üretildiği hem ekolojik denge açısından hem de insan sağlığı açısından büyük önem teşkil ediyor. Mevcut tarım ve et endüstrileri tek bir alanda, tek tip ürünün yetiştirilmesi esasına dayalı, fakat bu model ne toprak için, ne gıda için ne de iklim için sürdürülebilir. Organik tarım, permakültür, biyodinamik tarım gibi sürdürülebilir üretim şekillerinin dünyayı doyurmaya yetmeyeceği söyleminin, gezegeni tekeline almış büyük şirketlerin uydurduğu bir yalandan ibaret olduğu artık biliniyor.

Sürdürülebilir Modeller

Küresel ısınmayı durdurmak, biyoçeşitlilik kaybını önlemek, tatlı su kaynaklarımızı ve ormanlık alanların tahribatını engellemek için endüstriyel tarım ve hayvancılık yerine daha sürdürülebilir modellere ihtiyacımız var. Örneğin permakültür, temelinde bütüncül ve döngüsel bir üretim sürecini kapsıyor. Tarım yapılan bir araziye birkaç çeşit ürün ekilir ve bu arazide küçükbaş, büyükbaş hayvanlar da otlar. Böylelikle arazide istenmeyen yabani otlar için kimyasal ilaç kullanmaya gerek kalmaz, hayvanların dışkıları doğal gübre işlevi görür ve toprak beslenir. Et üretiminde ise ormanlık alanların mera işleviyle birleştirildiği “orman merası” (silvopasture) modeli gibi bütünlükçü birçok farklı üretim şekli mevcut. Üstelik teknolojinin gün geçtikçe gelişmesi birçok ekolojik prensibin teknolojiyle buluşmasına ve tarımda kullanılmasına da olanak sağlıyor.

Endüstriyel et üretimi aşırı miktardaki et tüketimimizi mümkün kılıyor; ancak bu şekilde devam edersek artan nüfusu doyurmak da, yaşanabilir bir dünya da mümkün olmayacak. Üretim modellerini değiştirdiğimiz gibi tüketim biçimimizi de acilen değiştirmemiz gerekiyor. Et ve süt ürünlerini azalttığımız gibi yerel gıdaya yönelmemiz gerekiyor. Her gün tabağımıza koyduklarımızla, iklimin ve gezegenin geleceğini belirliyoruz.