;
Politika

“Bilginin Üretilmesi Tek Başına Yeterli Değil”

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Toprak İlmi ve Ekoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, bilgi üretmenin tek başına yeterli olmadığını, bilginin halka ulaştırılması ve her şeyden önce de karar vericiler tarafından dikkate alınması gerektiğini ifade ediyor.

İklim krizi ve sürdürülebilirlik üzerine bilgiye ve tabii bu bilginin yaygınlaştırılması ve kullanılmasına ihtiyacımız var. Bu çerçeveden bakarsak akademinin başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Son 20 yılda yayımlanan hemen her alandaki bilimsel makale ve kitapların sayısında önemli artış var. Özellikle iklim değişikliği, sürdürülebilirlik, doğa koruma konularında yayımlanan çalışmalardaki artış inanılmaz ve bu yayınlara ulaşılması giderek daha da kolaylaşıyor. Ancak üretilen bilginin uygulamaya aktarılmasında ya da sorunların çözümünde yetersiz kaldığı da ortada. Örneğin atmosferdeki CO2 miktarının yıllara göre artışını gösteren ve Keeling Eğrisi olarak adlandırılan grafikte son yıllarda çok hızlı bir yükselme görülür. Grafiğin şekli buz hokeyi sopasına benzediği için bu adla da anılır. İklim değişikliği ile ilgili yayınların sayısının yıllara göre değişimi grafiği de benzer bir eğilim gösteriyor. Ama iklim değişikliği konusundaki bilginin artmasına rağmen halen önlem alınamadığı,  aksine seragazı salımlarının ve sıcaklık artışları ile bu ısınmanın yarattığı aşırı hava olaylarının önüne geçilemediği de ortada.

Bu nedenle sadece bilgi üretmekle sonuç alınamayacağı, bu bilginin halka ulaştırılması ve her şeyden önce de karar vericiler tarafından dikkate alınması gerekli olduğu söylenebilir. Aksi halde bilgi, kütüphanelerin tozlu raflarında ya da dijital kütüphaneler içinde birkaç MB alan kaplayan bir dosya olarak kalır. Özetle bilgi üretimi tek başına yeterli değil. Bilginin üretilmesi için veri, verileri üretmek için altyapı, teknik personel ve maddi kaynak,  bu verileri yorumlayacak yetkin uzman ve üretilen bilgiyi uygulayacak karar vericiler bir bütünün parçası olarak değerlendirilebilir. Üretilen bilgiyi yaygınlaştırma ve karar verme süreçlerinde kullanma bir kenara bırakılırsa, bilgiyi üretmeden tek başına sorumlu olmasa da akademinin görevini yerine getirmede eksiklikleri ve sorunları bulunduğunu düşünüyorum.

Peki neden sizce?

Bilgi üretmek bir süreçtir. Veri de bu sürecin ilk basamağıdır denilebilir. Veri üretimi çok değişik kurumlar tarafından gerçekleştirilebilir ya da akademisyenler planladıkları araştırmalar için kendi verilerini üretebilirler. Örneğin Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün yüzlerce istasyondan elde ettiği yağış, sıcaklık, nem gibi ölçüm sonuçları birer veridir. Ya da son aylarda İstanbul özelinde çok konuşulan baraj doluluk oranları İSKİ tarafından, COVID-19 salgınında her gün açıklanan test sayısı, vaka sayısı, hasta ve ölüm sayıları da Sağlık Bakanlığınca derlenen verilerdir. Bu gibi veriler uzmanlar tarafından sentezlenerek sorunlar ortaya konulabilir, çözüm önerileri getirilebilir, hatta geleceğe yönelik projeksiyonlar oluşturulabilir. Akademideki ilk sorunun burada yattığını söyleyebilirim çünkü bazı verilerin kamu kurumları tarafından doğru bir şekilde üretilmesi ve bilim insanlarıyla, hatta tüm kamuoyuyla paylaşılması gerekiyor. Özellikle nüfus, meteoroloji, ekonomi, arazi kullanımları, tarımsal üretim gibi ülke geneli için yapılması gereken ve süreklilik isteyen çalışmalar kamunun görevidir. Bu gibi veriler ülkemizde üretilmesine rağmen bazılarının doğruluğu konusunda şüpheler bulunuyor ve veriye erişimde sorunlar yaşanabiliyor. Bazı araştırmalarda ise veriler bilim insanlarınca üretilmek zorunda. Bilimsel bir çalışmanın en zor ve maliyeti en yüksek kısmı da bu veri üretimi aşamasıdır diyebilirim. Çalışmanın niteliğine göre aylarca, hatta yıllarca arazide veya laboratuvarda, bazen her ikisinde çalışılmalı. Bütün bunlar için laboratuvar altyapısına, laborant, teknisyen gibi ara elemanlara ve giderler için belli bir bütçeye ihtiyaç bulunuyor.

Ülkemizde araştırmalar için mali kaynak çoğunlukla TÜBİTAK ve üniversitelerin bilimsel araştırma projeleri (BAP) birimlerinden sağlanıyor. Ek olarak AB programları ile diğer bazı uluslararası kuruluşlar tarafından da projeler desteklenebiliyor. Bunlardan üniversitelerin BAP birimlerinin bütçeleri oldukça düşük, örneğin sadece seyahat masraflarını karşılamaya ya da malzeme alımına ancak yetecek miktarlarda. TÜBİ- TAK tarafından sağlanan desteklerden yararlanmak ise giderek zorlaşıyor. Bunun nedeni ise TÜBİTAK bütçesinin üniversitelerdeki artışla paralel olmaması, diğer bir ifadeyle pastayı paylaşacak kişi sayısının giderek artması. AB ve diğer uluslararası kuruluşlardan destek bulabilmek ise çok daha zor.  Yurtdışında özel sektör de üniversitelerle işbirliğine giderek araştırmalara destek verebilirken, ülkemizde özel sektör-üniversite işbirliği oldukça az.  Dünyada ve Türkiye’de üniversiteleri rekabete sürükleyen politikalar, üniversitelerin kendi araştırma kaynaklarını bulmak zorunda kalması, saygın birçok derginin dahi bilimsel yayınlar için ücret talep etmesi, akademisyenlerin atama ve yükseltmelerinde nitelikten çok niceliğin ön planda olması, akademisyenlerin ders yükünün çok fazla olması, profesör kadrosuna atananlarının bilimsel yayın zorunluluğu olmaması ve bilimsel yayınlara teşvikin yetersiz olması gibi nedenler de sorunlar arasında sayabilir. Hatta akademik yükseltmelerde İngilizce yayımlanan makalelerin öncelikli olması dahi bir sorun olarak değerlendirilebilir çünkü yabancı dilde yayımlanan makalelerin kamuoyuna ve karar vericilere ulaşması çok daha zor.

Kendi çalıştığınız alandan baktığınızda, bu konuda bilgi üretmek isteyen öğrenciler ve genç akademisyenlerin nitelik ve niceliğinde bir artış var mı? 

Yeni açılan üniversiteler ya da fakülteler ile 100/2000 gibi doktora bursları nedeniyle yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerde artış varken yayınların niteliği açısından sorunlar da olduğu bir gerçek. Öncelikle öğrenciler bilgi üretmekten çok akademide iş bulma hedefiyle lisansüstü eğitime başlıyor çünkü üniversitelerde araştırma görevlisi kadrosu alabilmek için lisansüstü öğrencisi olma zorunluluğu var.  Ancak üniversiteler de kadro bulmada ve açılan kadrolara alımların liyakate göre yapılmasında sorunlar olması nedeniyle birçok genç akademisyen hayal kırıklığı yaşıyor. Zar zor kadro alabilen genç akademisyenlerin kadrolarının 50/d olarak adlandırılan sözleşmeli statüde olması da gençlerin önünde büyük bir engel. Çünkü 50/d kadrosuyla işlendirilen gençlerin birçoğu doktoralarının bitiminden sonra üniversitelerinden ayrılmak riskiyle karşı karşıya kalıyor ya da bu kadro Demokles’in kılıcı gibi sürekli başlarının üzerinde sallanıyor. Üniversitedeki bazı kadroların sözleşmeli statüde olması ve örneğin doktora sonrasında sözleşmelerin bitecek olması nitelikli gençlerin akademi dışına yönlenmesine yol açıyor.  Genç akademisyenlerin önündeki diğer bir zorluk özellikle yeni kurulan üniversitelerde araştırmalar için doğru yönlendirmede bulunacak tecrübeli akademisyenlerin eksikliği. Ek olarak genç akademisyenleri kısa zamanda çok yayın yaparak akademik basamakları hızlıca tırmanmak zorunda hissetmeleri de sorunlar arasında sayılabilir.Çünkü örneğin araştırma görevlisi kadrosundan Dr. Öğretim Üyesi kadrosuna geçiş hem akademik olarak kendi ayakları üzerinde durabilme olanağı hem de maddi durumlarında iyileşme anlamına geliyor. Böyle olunca da çok fazla bütçe gerektirmeyen, kolaylıkla yayınlanabilecek popüler konulardaki araştırmalara yöneliyorlar. Haliyle bilimsel çalışmaların sayısı artarken niteliğinin azaldığını söylemek mümkün. Son zamanlarda çeşitli veri bankalarından temin edilen verilerle modelleme çalışmalarının popüler olduğu söylenebilir.

Genç araştırmacıların ve konuyla ilgilenenlerin, hangi araştırmaları, araştırmacıları ve akademisyenleri takip etmesini önerirsiniz?

Son yıllarda ekosistem hizmetlerinin belirlenmesi, haritalanması, korunması, doğa temelli çözüm, ekolojik tabanlı uyum ve afet risk azaltma, doğa koruma gibi konular ön plana çıkmaya başladı. Bu konularla ya da genel olarak iklim değişikliğinin herhangi bir boyutu ile ilgilenen genç akademisyenlere herhangi bir ayrım yapmadan ilgili bilimsel çalışmaları sürekli takip etmelerini öneririm. Hatta doğrudan ilgili olmayan çalışmalar bile gençlere yeni ufuklar açabilir. Örneğin orman yangınları konusunda çalışan bir akademisyene afet yönetimi konusundaki bir çalışma, izleme konusundaki bir teknolojik gelişme, meteorolojik değerlendirmeler içeren bir veri çok katkı sağlayabilir. Bu nedenle sürekli okumalarını ve literatür incelemelerini, bunu yaparken de bilimsel çalışmaların tamamlamadığı, boşlukta bıraktığı yönlere odaklanmalarını, başka bir ifadeyle araştırma boşluklarını belirlemelerini ve bu boşlukları tamamlamaya yönelik araştırmalar planlamalarını öneririm. Benzer çalışmaların sürekli tekrarlanması ile yayın sayısı artabilir ancak bilimsel bilgi artmaz. Ayrıca araştırma boşluklarını tamamlayacak bir yaklaşım çalışmalarının yayımlanmasını da kolaylaştıracaktır. Akademisyen olmayan ama iklim değişikliğine ilgi duyan, bilgilenmek ya da var olan bilgilerini artırmak isteyenler için Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ve Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Üzerine Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu’nun (IPBES) raporları önemli kaynaklar. Ülkemizde 2020 yılında tamamlanan İklim Değişikliği Alanında Ortak Çabaların Desteklenmesi Projesi kapsamında iklim değişikliğinin tarım, sağlık, ekosistemler, gençlik, politikalar gibi 17 farklı konuda etkilerinin değerlendirildiği kitapçıklar da konuyla ilgilenenlere önemli katkı sağlayacaktır. Ekosistem hizmetleri konusuna ilgi duyanların Binyıl Ekosistem Değerlendirme ile AB tarafından yayımlanan “Ekosistemlerin ve Hizmetlerinin Haritalanması ve Değerlendirilmesi: Bir AB ekosistem değerlendirmesi” başlıklı yayını önerilebilir.

Türkiye’nin iklim krizine halihazırdaki politik yaklaşımının ve son zamanlardaki üniversitelerin özerkliğine dair tartışmaların, sizin çalışmalarınız üzerinde nasıl etkisi bulunuyor?

Çalıştığım İstanbul Üniversitesi- Cerrahpaşa 2018 yılında İstanbul Üniversitesi’nin bölünmesi sonrasında kuruldu. Ülkenin en köklü üniversitesinin sonuçları düşünülmeden, öğrencilerin ve akademisyenlerin itirazlarına rağmen bölünmesi tam bir travmaydı. Bölünme sonrasında geçen yaklaşık üç yıllık süreçte idari personel eksikliği, temel bazı dersleri verecek öğretim üyelerini bulmada yaşanan zorluklar, akademisyenlerdeki motivasyon düşüşleri yaşanan zorlukların başında geliyor. Yine de köklü bir üniversite olmanın ve oturmuş akademik gelenek nedeniyle bölünme süreci üniversiteyi ve beni çok fazla etkilemedi diyebilirim. Ama süreçte bölünmeden etkilenmeyen fakültelerin sessiz kalması üzücüydü. Her ne kadar biz bölünme sürecini hafif hasarla atlatsak da bunu tüm üniversiteler için genelleştirmek doğru olmaz. Özellikle Anadolu’daki yeni kurulan üniversiteler ile büyük kentlerdeki bazı üniversitelerde sorunlar yaşandığını biliyoruz. Üniversitelerimizin daha iyi noktalara gelmesi yöneticilerin araştırma yapın, makale yayınlayın şeklindeki zorlamalarıyla olmaz. Bunun önce akademisyenlerin kuruma aidiyet duygularının ve yüksek motivasyonlarının olması gerekir.

Bilimsel çalışma için gerekli olan ve daha önce değindiğim altyapı, bütçe, teknik eleman eksikliklerinin giderilmesi, akademisyenlerin araştırmaya ayıracakları zamanın artırılması da oldukça önemlidir. Bilim insanı her zaman şüpheci ve eleştirel bakış açısına sahip olmalıdır. Ülkemizin iklim değişikliği ile doğa koruma ve ormancılık politikaları çalışmalarım üzerinde, özerklik tartışmalarından daha etkili oldu diyebiliriz. Önceleri ormanların depoladıkları karbon miktarının hesaplanması şeklinde yürüttüğüm çalışmalar son yıllarda artan afetler, orman yangınları, sel ve kuraklıklar nedeniyle biraz daha uyum odaklı olmaya başladı. Ağırlıklı olarak da farkındalık oluşturma ve eğitim çalışmaları ön plana çıktı. Ormanlardan ormancılık dışı uygulamalara verilen izinlerdeki artışlar, orman kanunundaki çeşitli değişiklikler, eksik ve hatalı ÇED Raporlarından mağdur vatandaşların yardım talepleri çalışmalarıma yön veriyor. Şartlar beni bilginin yaygınlaştırılması noktasına getirdi.